22 Aralık 2012 Cumartesi

2012 Yılında Olmayabiliriz


Vatikan Hz. İsa'nın doğum tarihini sorguluyor. Hz. İsa'nın doğum günü olarak kabul edilen Noel (25 Aralık) gerçek olmayabilir. Şu anda içinde bulunduğumuz yılın da aslında 2012 olmama ihtimali yüksek.

Papa 16'ncı Benediktus'a göre, Hz. İsa'nın bugüne kadar bilinen doğum tarihi doğru değil. "İsa'nın Çocukluğu" adlı eseri bugün Fransa'da satışa sunulan Papa, Hristiyanların peygamberinin, sanılanın aksine 6 veya 7 yıl öncesinde doğduğunu yazdı.

Papa bu hesaplamayı astronom Johannes Kepler'in hesaplamalarına bağlıyor. Hristiyan ilahiyatçılar arasında tartışma konusu olan bu hesaplamaya göre, bugün 2012 değil 2018 veya 2019 yılında olunması gerekiyor.


Papa, Hz. İsa'nın bugün kabul edilen doğum tarihinden 6-7 yıl önce Jüpiter ve Satürn gezegenlerinin zodyak kuşağında buluştuklarının kanıtlandığını da söylüyor.

Kitapta, Hz. İsa'nın varlığı hakkındaki 20 yüzyıllık ilahiyat birikimi ve eserlerin sentezini yapan Papa, Hz İsa'nın doğum tarihi net olmasa da, belirli bir dönem ve coğrafyadaki varlığının inkâr edilemez olduğunu belirtiyor.

Hz. İsa'nın bugüne kadar bilinen doğum tarihi M.S. 6'ncı yüzyılda günümüz Bulgaristan'ının kuzeydoğusunda yaşamış keşiş Dionysius Exiguus tarafından hesaplanmıştı.

Dionysius Exiguus'un tespitlerinde en az 4 yıl hata yaptığı daha önce gündeme taşınmış olsa da Vatikan tarafından resmen kabullenilmemişti.

Papa 16'ncı Benediktus 2007 ve 2011 yıllarında da Hz. İsa hakkında iki ayrı kitap yayımlamıştı.

.

21 Aralık 2012 Cuma

Empati

Empati, bir insanın, kendisini karşısındaki insanın yerine koyarak onun duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamasıdır. Basit gibi gözüken bu tanımın gerisinde pek çok kuramsal öğe bulunmaktadır ve belki de bu yüzden sözkonusu tanıma ulaşılması oldukça zaman almıştır. Günümüzde "empati" denildiğinde akla Carl Rogers ve onun konuya ilişkin çalışmaları gelir. Psikoterapi alanında empatik iletişim kurma becerisiyle ünlenmiş Rogers' ın adı ile empati kavramı adeta özdeş hale gelmiştir. Bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısıyla bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve bu durumu ona iletmesi sürecine "empati" adı verilir. Yukarıdaki empati tanımı üç temel öğeden oluşmaktadır. Bir insanın karşısındaki bir kişi ile empati kurabilmesi için gerekli olan bu öğeleri şöyle sıralayabiliriz:

1) Empati kuracak kişi kendisini karşısındakinin yerine koymalı, olaylara onun bakış açısıyla bakmalıdır. Başka bir söyleyişle, empati kurmak isteyen kişinin karşısındaki kişinin fenomonolojik alanına girmesi gereklidir. Fenomenolojik alan nedir? Psikolojideki fenomenolojik yaklaşıma göre her insanın bir fenomenolojik alanı verdır. Her insan gerek kendisini gerek çevresini, kendisine özgü bir biçimde algılar; bu algısal yaşantı özneldir (subjektiftir); kişiye özgüdür. Yani her insan dünyaya, kendine özgü bir bakış tarzıyla bakar. Eğer bir insanı anlamak istiyorsak, dünyaya onun bakış tarzıyla bakmalı, gerçekleştirmek için de empati kurmak istediğimiz kişinin rolüne girmeli, onun yerine geçerek adeta olaylara onun gözlüklerinin gerisinden bakmalıyız. Karşımızdaki kişinin rolüne girerek empati kurduğumuzda, o kişinin rolünde kısa bir süre kalmalı, daha sonra da bu rolden çıkarak kendi rolümüze geçebilmeliyiz. Aksi halde empati kurmuş sayılmayız. Karşımızdaki ile özdeşim kurmak (ona benzemek) veya ona sempati duymak, empatiden farklı şeylerdir.

2) Empati kurmuş sayılmamız için, karşımızdaki kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamamız gereklidir. Karşımızdakinin yanlızca duygularını veya yanlızca düşüncelerini anlamış olmak yeterli değildir. Empatiyi tanımlarken bu noktayı vurguladığımızda, empatinin iki temel bileşeninden söz etmiş oluyoruz. Bunlar empatinin bilişsel ve duygusal bileşenleridir. Karşımızdakinin rolüne girerek onun ne düşündüğünü anlamamız, bilişsel nitelikli bir etkinlik (bilişsel rol alma/bilişsel perspektif alma), karşımızdakinin hissettiklerinin aynısını hissetmemiz ise duygusal nitelikli bir etkinliktir (duygusal rol alma/duygusal perspektif alma.) Bilişsel rol alma duygusal rol almanın ön şartı sayılabilir. Empatinin bileşenlerinin ne olduğu konusunda araştırmacılar arasında, bazı görüş farklılıkları vardır. Örneğin Hoffman’ a (1978) göre empatinin, bilişsel, duygusal ve güdüsel (motivasyonel) olmak üzere üç bileşeni vardır. Bazı araştırmacılar empatinin bilişsel yönünü, bazıları ise duygusal yönünü vurgulamaktadır. Fakat çoğunluğun üzerinde uzlaştığı görüş, empatinin bilişsel ve duygusal bileşenlerden oluştuğu yolundadır.

3) Empati tanımındaki son öğe ise,empati kuran kişinin zihninde oluşan empatik anlayışın, karşıdaki kişiye iletilmesi davranışıdır. Karşımızdaki kişinin duygularını ve düşüncelerini tam olarak anlasak bile eğer anladığımızı ifade etmezsek empati kurma sürecini tamamlamış sayılmayız. Araştırmacılar,insanların zihinlerinde kurdukları empatiyle, karşılarındaki kişiye ilettikleri empati arasında farklılık olduğunu belirtmektedirler. Karşımızdaki insanlara empatik tepki vermenen iki yolu vardır: Yüzümüzü/bedenimizi kullanarak onu anladığımızı ifade etmek. Empatik tepki vermenin en etkili yolu herhalde bu ikisini birlikte kullanmaktır. Bir sıkıntımız olduğunda, bizimle konuşan kişi, dostça bir gülümsemeyle kolumuza dokunup sıkıntımızı sözelleştirirse, örneğin "son günlerde çok bunalmışsın" derse, rahatladığımızı hissedebiliriz.

-Bir Halk Masalında Empati

Göğsü kınalı bir serçe varmış. Gök gürlediği zamanlar tir tir titreyerek yere yatar, gök yıkılmasın diye de ayaklarını havaya kaldırırmış. Bir yandan da "korkumdan kırk kantar yağım eridi" dermiş. Birgün birisi demiş ki "sen kendin beş dirhem gelmezsin; nerden oluyor da kırk kantar yağın eriyor?" Bunun üzerine serçe şu cevabı vermiş; herkesin kendine göre dirhemi, kantarı var; siz ne anlarsınız". Yukarıdaki masalda verilmek istenen mesaj şudur: Her insanın -hatta her canlının- olaylara kendine özgü bir bakış açısı (fenomenolojik alanı) vardır. Dışardan baktığımızda bunu göremeyiz ve bu yüzden de onun bazı davranışlarına anlam veremeyiz.Kendimizi karşıdakinin yerine koyup olaylara onun gözüyle bakabilirsek, ancak bu durumda onun duygularını ve düşüncelerini anlamamız, dolayısıyla da davranışlarına anlam vermemiz mümkün olur.

-Empatinin Sempatiden Farklılığı

Bir insana sempati duymak demek, o insanın sahip olduğu duygu ve düşüncelerin aynısına sahip olmak demektir. Karşımızdaki kişiye sempati duyuyorsak, onunla birlikte acı çekeriz yada seviniriz. Empati kurduğumuzda ise karşımızdakinin duygu ve düşüncelerini anlamak esastır. Kendimizi sempati kurduğumuz kişinin yerine koymamız ve onu anlamamız şart değildir; sempatide "yandaş" olmak esastır. Empati kurduğumuzda ise karşımızdaki kişiyle aynı duyguları ve görüşleri paylaşmamız gerekmez; sadece onun duygularını ve düşüncelerini anlamaya çalışırız. Bir insanı anlamak başka şeydir, ona hakvermek başka şey. Empatide anlamak, sempati de ise anlamış olalım ya da olmayalım, karşımızdakine hak vermek sözkonusudur.

-Empati Kurma ve Yardım Etme Davranışı

Empati kurmanın yardım etme davranışına nasıl dönüştüğü hakkında başlıca iki kuramsal açıklama vardır: Bunlardan birincisine göre, sıkıntı içinde bulunan kişi ile empati kuran kişi, karşısındakinin durumunu anladığı için sıkıntıyı gidermek yani kendisini rahatlatmak için o kişiye yardımda bulunur. İkinci açıklama ise şöyledir: Sıkıntıda bulunan kişi ile empati kurarak onun durumundan haberdar olan kişi, diğergam bir davranışta bulunarak, sıkıntıdaki kişiyi rahatlatmak amacıyla ona yardım eder. Yukarıdaki açıklamaların birincisine göre, yardım davranışının temelinde egoist bir güdü, ikincisine göre ise diğergam (altruıstic) bir güdü bulunmaktadır. Empati sadece kendisiyle empati kurulana yararı olan bir etkinlik değildir. Empati, empatiyi kuran kişi için de önemlidir. Empatik becerileri ve eğilimleri yüksek olan, bu yüzden de diğer insanlara yardım eden kişilerin, çevreleri tarafından sevilme ihtimalleri artar. Bell ve Hall(1954) yaptıkları araştırmada, liderlik özelliğine sahip kişilerin empati kurma becerilerinin yüksek olduğu belirlenmiştir. Bir araştırmada, piyano ve keman çalan gençlerin empatik becerileri ve kendilerine yönelik saygı düzeyleri, müzikle uğraşmayan gençlerinkine oranla daha yüksek bulunmuştur. Yine benzeri bir araştırmada, kedi köpek gibi evcil hayvanların beslendiği evlerdeki çocukların empatik becerileri (bilişsel ve duygusal rol alma becerileri), evcil hayvan beslenmeyen evlerdeki çocukların empatik becerilerinden daha yüksek bulunmuştur.Bu bulgular,kişilerin ilgi alanları ile empatik becerileri arasında ilişki bulunduğu anlamına gelmektedir. Müzik, evcil hayvan gibi uğraş edinmek muhtemelen kişilerin empatik anlayışlarını/becerilerini arttırmaktadır. Bir araştırmaya göre, meraklarına anne ve babalarından karşılık bulan çocuklar, yetişkin olduklarında, aynı ortamda yetişmeyenlere oranla daha yüksek empatik ilgiye sahip olmaktadırlar.


Aşamalı Empati Sınıflaması

-Onlar Basamağı

Bu basamakta tepki veren kişi karşısındaki kişinin kendisine anlattığı sorun üzerine düşünmez, sorun sahibinin duygu ve düşüncelerine dikkat etmez, bu soruna ilişkin kendi duygu ve düşüncelerinden söz etmez. Sorunu dinleyen kişi, sorun sahibine öyle bir geri bildirim verir ki, bu geri bildirim, o ortamda bulunmayan üçüncü şahısların (toplumun) görüşlerini dile getirmektedir. Bu basamakta tepki veren kişi, birtakım genellemeler yapar, atasözleri kullanır. Örneğin parasını israf ettiği için yakınan bir kişiye "ayağını yorganına göre uzat" dersem, Onlar basamağında bir empatik tepki vermiş olurum. Bu sözlerimle karşımdaki kişinin ya da benim duygu ya da düşüncelerimiz yer almamakta, yalnızca toplumun bu konu ile ilişkin görüşü yansıtılmaktadır.

-Ben Basamağı

Bu basamakta empatik tepki veren kişi, benmerkezcidir; kendisine sorununu anlatan kişinin duygu ve düşüncelerine eğilmek yerine, sorunun sahibini eleştirir, ona akıl verir; bazende kişiyi kendi sorunlarıyla başbaşa bırakıp kendinden söz etmeye başlar. Örneğin "ben" basamağına uygun empatik tepki veren bir kişi, dinlediği sorun karşısında "üzüldüm, aynı dert bende de var" der ve böylece sorun sahibini sorunuyla yüzüstü bırakıp kendi sorunlarını anlatmaya başlar. Ben basamağında empatik tepki veren kişi, karşısındaki insanı bir ölçüde rahatlatabilir.

-Sen Basamağı

Bu basamakta empatik tepki veren bir kişi, kendisine sorununu ileten kişini rolüne girer, olaylara o kişinin bakış açısıyla bakar. Yani kendisine iletilen sorun karşısında, toplumun ya da kendisinin düşüncelerini dile getirmez, doğrudan doğruya karşısındaki kişinin duyguları ve düşünceleri üzerinde odaklaşarak, o kişinin ne düşündüğünü ve hissettiğini anlamaya çalışır. Yukarıda sıralanan üç temel empati basamağını kapsayacak şekilde on alt Basamak oluşturdum:

1.Senin problemin karşısında başkaları ne düşünür, ne hisseder: Bu basamakta empati kurmaya çalışan kişi, birtakım genellemeler yapar, felsefi görüşlere, atasözlerine başvurabilir, dinlediği soruna ilişkin olarak genelde toplumun neler hissedebileceğini dile getirir; sorununu anlatan kişiyi toplumun değer yargıları açısından eleştirir.
2.Eleştiri: Dinleyen kişi, sorununu anlatan kişiyi kendi görüşleri açısından eleştirir,yargılar.
3.Akıl Verme: Karşısındakine akıl verir, ona ne yapması gerektiğini söyler.
4.Teşhis: Kendisine anlatılan sorunu ya da sorunu anlatan kişiye teşhis koyar; örneğin "bu durumun sebebi toplumsal baskıdır" ya da "sen bunu kendine fazla dert ediyorsun" der.
5.Ben de Var: Kendisine anlatılan soruna ya da sorunun benzerinin kendisinde de bulunduğunu söyler; "aynı benim başımda" diye söze başlar ve kendi sorununu anlatmaya başlar.
6.Benim Duygularım: Dinlediği sorun karşısında kendi duygularını sözle ya da davranışla ifade eder; örneğin "üzüldüm" ya da "sevindim" der.
7.Destekleme: Karşısındaki kişinin sözlerini tekrarlamadan, onu anladığını ve desteklediğini belirtir.
8.Soruna Eğilme: Kendisine anlatılan soruna eğilir, sorunu irdeler, konuya ilişkin sorular sorar.
9.Tekrarlama: Kendisine iletilen mesajı (sorunu), gerektiğinde mesaj sahibinin kullandığı bazı kelimelere de yer vererek özetler; yani dilediği mesajı kaynağına yansıtmış olur.
10.Derin Duyguları Anlama: Bu basamakta empati kuran kişi, kendisini empati kurduğu kişinin yerine koyarak onun açıkça ifade ettiği ya da etmediği tüm duygularını ve onlara eşlik eden düşüncelerini farkeder ve bu durumu ona ifade eder.

Kaynak psikolojikdanisma.net

.

Hiçlik Konusunda Bilmediklerimiz


Bilimciler açıkladı: Bir başka deyişle, "her şey" kuramının ardında yatan unsur "hiçlik" olabilir.

• Gerçekte bir şeyden çok daha fazla hiçlik olduğu söylenebilir. Evrenin yaklaşık %74'ünü bir "hiçlik" ya da fizik uzmanlarının deyimiyle "karanlık enerji", %22'sini de gözle göremediğimiz ve "karanlık madde" adıyla bilinen parçacıklar oluşturuyor. Evrenin yalnızca %4 kadarı "bir şey" olarak tanımladığımız baryonik maddeden oluşuyor.

•Bir şey deyimi bile çoğu zaman bir hiçlik içeriyor. Atomlar büyük ölçüde boş alanlardan oluşuyorlar. Maddenin katılığı, atomun içindeki parçacıkların oluşturduğu elektrikli alanlardan kaynaklanan bir yanılsamadan ibaret.

•Yaşadığımız her saniye ile birlikte hiçlik de artıyor. 1998 yılında evrendeki genişlemeyi ölçen gökbilimciler karanlık enerjinin evreni giderek artan bir hızla sürüklediğine tanık oldular. Hiçliğin ve onun evrenin yazgısını etkileme gücünün keşfi gökbilim dalında son on yılın en önemli buluşu olarak değerlendiriliyor.

•Ancak hiçliğin bile bir ağırlığı var. Karanlık maddenin içindeki enerji minik bir kütleninkine eşit; yaklaşık 402,000 km. boyunca iki yana uzanan küp biçimindeki bir uzay boşluğunda yarım kilo kadar karanlık enerji vardır.


•Uzayda çığlık atsanız kimseler duymaz. Mekanik bir dalga olan ses boşlukta yol alamaz. Titreşim yaratacak bir madde olmadığında yalnızca sessizlik vardır.

•Işık boşlukta yol alabilse de, kırılmasını sağlayacak hiçbir şey yoktur. Uzaylı romantiklere kötü bir haber: Yıldızlar uzayda göz kırpmazlar.

•Kara delikler boşluk ya da delik değildirler; evrenin bilinen en yoğun kütleleri olan kara delikler hiçliğin tam karşıtıdırlar.

•"Sıfır" ilk kez İÖ 300 yılına ait Babil çivi yazılarında görüldü. Babil halkı (söz gelimi 36 sayısını 306 ya da 360 sayısından ayırt etmek için) sıfırdan basamak belirleyici bir unsur olarak yararlanmaktaydı. Matematiksel bağlamda sıfır kavramı 5. yüzyılda Hindistan'da geliştirildi.

•Sıfıra bölünen sayılar... hiçbir şey değildir, sıfır bile değildirler. Böyle bir eşitlik matematiksel açıdan olanaksızdır.

•Osmanlı padişahı II. AbdülhaAmit'in 1900'lerin başlarında H2O ibaresini kimya kitaplarından sildirdiği, çünkü bunu "II. Hamit bir sıfırdır" anlamını içeren bir simge olarak algıladığı söylenir.

•Floransalı mimar Filippo Brunelleschi'nin ufuk noktasını -hiçliğe doğru birleşen koşut çizgilerin varlığını- algıladığı 15. yüzyıla dek, Ortaçağ sanatı çoğunlukla düz ve iki boyutluydu. Ufuk noktasının ayırdına varılması sanatta perspektifin gelişmesine olanak sağladı.

•"Doğa boşluktan nefret eder," diyen Yunanlı düşün insanı Aristoteles boşluktan nefret ediyordu. Yüzyıllar boyunca düşün dünyasını etkileyen Aristoteles'in boşluk ve hiçlikleri sürekli reddetmesi Batı dünyasının sıfır kavramını gecikmeli olarak benimsemesine neden oldu. 13. yüzyılda İtalyan bankerler sıfırın mali işlemlerde olağanüstü yararlı olduğunun ayırdına vardılar.

•Boşluklar bir şeyleri içlerine çekip, soğurmazlar. Yalnızca çevredeki atmosferin maddeyi içine ittiği alanlar oluştururlar.

•Creatio ex nihilo. Evrenin hiçten var olduğu düşüncesi söylence ve dinsel metinlerde en çok ele alınan konulardan birini oluşturuyor.

•Güncel kuramlar evrenin bir boşluk enerjisi durumunda, yani boşlukta oluştuğu yönünde.

•Ancak bir fizikçi için hiçlik diye bir kavram söz konusu değildir. Bunun yerine, boş alanlar sanal parçacıklar adıyla bilinen parçacık ve karşıt parçacık çiftleriyle doludurlar. Sanal parçacıklar hızla oluşurlar ve enerjiyi koruma yasasına uygun olarak yaklaşık 10-25 saniyede birbirlerini yok ederler.

•Öyle ki, Aristoteles başından beri haklıymış.

•Bir anda var olup, bir anda yok olan bu sanal parçacıklar enerji üretirler. Nitekim, kuantum mekaniğine göre, dünyadaki tüm santralların ve nükleer silahların içerdiği enerji bile bu sözcüklerin aralarındaki boşlukların içerdiği kuramsal enerjiye eşit değildir.

•Bir başka deyişle, her şey kuramının ardında yatan unsur hiçlik olabilir.

Cumhuriyet Bilim Teknik
Rita Urgan

.

DNA'nın "İmkansız" Telepatik Özellikleri


DNA’nın, uzak mesafelerde bile, kendisini bir araya getirme garip yeteneğine sahip olduğu keşfedildi; bilim henüz bunu açıklayamıyor.

Bilim adamları şu andaki mümkün olan şeyler ile ilgili inançlarımızın tersine, sağlam (eksiksiz) çifte – iplikli DNA’nın uzak mesafeden diğer DNA ipliklerindeki benzerlikleri tanıma “şaşırtıcı” yeteneğine sahip olduğunun kanıtlarını bildiriyor. Bir şekilde DNA iplikleri birbirlerini tespit ediyorlar, tanıyorlar. Genetik malzemenin minik parçaları benzer DNA ile bir araya gelmeye eğilimlidir. DNA’nın kimyasal alt birimlerindeki benzer dizilişlerin tanınması bilimin bilmediği bir şekilde gerçekleşiyor. DNA’nın neden bu şekilde birleştiğinin bilinen bir nedeni yok ve şu andaki teorik bakış açısından bu marifetin kimyasal olarak imkansız olması gerekirdi.

Buna rağmen, ACS’nin Fiziksel Kimya Dergisinde yayınlanan araştırma yüzlerce nükleotidin dizilişleri arasındaki türdeşliği tanımanın, fiziksel temas veya proteinlerin varlığı olmadan gerçekleştiğini çok açık olarak gösteriyor. DNA’nın çifte sarmalları uyan molekülleri uzak mesafeden tanıyabilir ve sonra bir araya toplanabilir, bunların hepsi görünüşe göre herhangi diğer moleküllerin veya kimyasal sinyallerin yardımı olmaksızın gerçekleşiyor.


Araştırmada, bilim adamları deneye müdahale edebilecek proteinler veya diğer malzemeleri içermeyen suya yerleştirilmiş fluoresan ışığı ile işaretlenmiş DNA ipliklerinin davranışını gözlediler. Özdeş nükleotid dizilerine sahip olan iplikler, farklı dizilişlere sahip olan DNA ipliklerine göre yaklaşık iki kat oranda bir araya geldiler. Bireysel DNA ipliklerinin bu şekilde nasıl iletişim kurabildiklerini hiç kimse bilmiyor, ama bir şekilde bunu yapıyorlar.

Yazarlar Geoff S. Baldwin, Sergey Leikin, John M. Seddon ve Alexei A. Kornyshev “Şaşırtıcı şekilde, dizileri tanımaktan sorumlu kuvvetler, en yakın komşu DNA’nın yüzeylerini ayıran suyun bir nanometresinden daha uzağa erişebiliyor” dedi.

Bu tanıma etkisi DNA tamiri, gelişmesi ve genetik çeşitlilikten sorumlu genlerin türdeş yeniden kombinasyonunun doğruluğunu ve etkililiğini artırmaya yardımcı olabilir. Yeni bulgular ayrıca kanser, yaşlanma ve diğer sağlık sorunlarındaki faktörler olan yeniden kombinasyon hatalarından kaçınmanın yollarına ışık tutabilir.

.

Mutluluğun Genetik Şifresi


Mutlu yaşamın genetik şifresi çözüldü: uzun “5-HTTLPR” geni

Neden bazı insanların her zaman bardağın dolu, diğerlerinin ise boş tarafına baktığı açıklığa kavuşturuldu: Bilim adamlarına göre bunun nedeni 'mutluluk geni'...

İngiltere'de yapılan bir araştırma, mutlu yaşamın genetik şifresini ortaya koydu.

Essex Üniversitesi’nden Prof. Elaine Fox ve ekibi, yaptıkları araştırma kapsamında 100 gönüllüye bilgisayarda olumlu ve olumsuz etkileri olabilecek fotoğraflar gösterdi ve bu kişilerin DNA örneklerini aldı.


İngiliz Independent gazetesinin internet sitesinde yayımlanan haberde, araştırmanın, 5-HTT adlı genin uzun versiyonuna sahip kişilerin, mutlu doğduklarını ve yaşamlarından daha memnun olduklarını gösterdiği belirtildi.

Araştırmayı yapan ekibin lideri, London School of Economics'te davranışsal ekonomi uzmanı olan Jan-Emmanual De Neve, insanların, 5 ila 10 yılda genomlarını okuyabileceklerini belirterek, böylece bardağın boş tarafını görmelerinin, kalıtımsal olduğunun farkına varabileceklerini kaydetti.

Beyindeki serotonin hormonunu düzenleyen 5-HTT geniyle ilgili olarak 2009 yılında yapılan bir araştırmada da bu genin uzun versiyonuna sahip insanların bilinçaltında negatif görüntülerden kaçınma ve pozitif olanları seçme eğiliminde olduklarını ortaya koymuştu.


Sonuçları "Journal of Human Genetics" dergisinde yayımlanan araştırma çerçevesinde 20'li yaşlarındaki 2500 yetişkine, yaşamlarından mutlu olup olmadıkları soruldu, genin iki uzun versiyonuna sahip olanlar, diğerlerinden yüzde 17 daha fazla hayatlarından çok memnun olduklarını söyledi.

Not : Ancak diğer bir habere göre bu genin kısa versiyonuna sahip olanlar daha mutlu oluyorlarmış.. Araştırmak size düştü.. Bilim ve basın yan yana gelince her şey karmakarışık oluyor..!

.

Güneş Sisteminin Kozası: Oort


Güneş sistemimizin buzdan bir koza içerisinde bulunduğunu ve bu buz parçalarının bazılarının zamanla kuyruklu yıldızlara dönüştüklerini biliyor muydunuz?

Güneş Sistemini sarmalayan buzdan koza: "Oort bulutu" veya "Öpik-Oort bulutu" güneşin etrafında dönen kuyrukluyıldızlar kümesidir.

Bu kuyrukluyıldızların enberi ölçeği 5-50 AB (Astronomi birimi) ve enöte ölçeği ise 30.000-100.000 AB'dir (bu uzaklıkların hepsi güneş merkezlidir). Unutulmamalıdır ki enöte yörüngeleri Plüton'un yörüngesinin (ortalama 39 AB) çok ötesindedir.


Güneşe en yakın yıldız Proxima Centauri 270.000 AB uzakta olduğundan, bu kuyrukluyıldızların yörüngeleri yakınından geçtikleri yıldızlarla degiştirilebilirler. Bunun sonucu ya Güneş Dizgesi'ne doğru ya da yörüngeyi değiştiren yıldıza doğru yönelirler. Doğal olarak bu tür kuyrukluyıldızların yörüngeleri 100.000'lerce yıl olabilir.

Bu özelliklerinden dolayı Oort Bulutu, dönmüş kuyrukluyıldızların deposu olarak da anılır.İlk olarak 1932'de Ernst Öpik böyle bir şeyin varlığından söz etmiştir. 1950'de Jan Hendrik Oort çok uzak bir gezegenden gelen kuyrukluyıldızlardan söz eder.

Bulut'taki tahmini kuyrukluyıldızların sayısı 10^11 ile 10^12 (100 milyardan fazla). Tahmini toplam kütle 10^28 gm. 100.000 AB yarıçaplı bir bulut yörüngesinin yasam-süresi ise 1.1 milyar yıl olarak tahmin edilmektedir.

.

Sefirot ve Kabbalah

-Kabala'ya göre; evrenin oluşumunu belirleyen aşamalar.

Sefirot, çoğul bir sözcüktür. Tekili "sefira"dır. İbranicede etimolojisi bakımından "safar" yükleminden türetilmiş olup, "sıralama" ya da "numaralama" anlamına gelir. Kimi kabalistik yazarlar, bu sözcüğün kökenini, "parlak ve pek güzel" anlamına gelen "safiri" sıfatına bağlamıştır. Kabaladaki kullanımında ise, sefirot, "çemberler" (daireler) ya da "yörüngeler" anlamına gelmektedir.

Kabala'ya göre; Tanrı evreni 32 aşamada oluşturmuştur. Bu aşamalardan her biri, ayrı bir sefiranın karşılığıdır. İlk on sefirot, diğerlerine oranla önceliklidir. Bunlar, Güneş Sistemi'ni oluşturduğu varsayılan 10 göksel cisim tarafından temsil edilir. Diğer 22 sefirotun her biri de İbrani alfabesinin harfleriyle temsil edilir. Bu 22 harf, dönüşlü olarak "yaratıcı söz"ün karşılığı olan ilk on sefirotu oluşturur.

Bu on sefiranın, birbirleriyle olan tasarımsal ilişkileri bakımından yerleştirilmiş olduğu şematik düzen aslında üç boyutludur; aradaki bağlantılar birbirini kesmez. Fakat kağıt üzerine çizildiğinde bir düzlem üzerindeymiş gibi görünür.

Tüm ezoterik ve teozofik öğretilerde Kabala’ya benzer anlatımlar vardır. Bilgi iniş kaynağının kökeni olarak tek bir noktadan olduğu için her kavmin bilgiyi kendine göre yorumlarının olması, evrensel bilgilerin çeşitli kalıplardaki ve renklerdeki birliğini, tekliğini görmek açısından da eşsiz bir fırsat sunmaktadır bizlere. Bilginin 10 katmanda açılışına Kabala’da Sefirot denmektedir. Sefirot, 10 emir olarak da Kutsal Kitaplarda emir olarak bildirilen bilgilerin ezoterik karşılığıdır.

Kabala, İçrek, Batıni ya da kısaca Ezoterik açılımlar içerir. Kabala, 10 kutsal sözün öğretiye uygun teozofik yani tanrıbilime uygun açıklamalarını yapar. Sefirah sözcüğünün hiçbir dilde tam karşılığı yoktur, bunun kökü cipher ve saphire sözcüklerine dayanır. Bazıları Sefirot’u kutsal güçler ve kutsal akımlar olarak görür, bazıları da kutsal yönetimin alet ve araçları olarak niteler. Mistikler ise bunları Tanrının on yüzü, eli ve hatta elbiseleri olarak ifade ederler.

Sefirot arasındaki ilişki üç kapalı kutsal prensip tarafından yürütülür. Bunlar yani Zahzarot; İlk isteğin gizli parlaklığı, Merhamet ve Adalet' tir.

İstek dengeyi sağlar, Merhamet genişletir ve Adalet yayılmanın akışındaki dengeyi kurar, bazen de akışı zorlar. Böylece Sefirot sembolünün anlatmak istediği 10 kutsal davranışın kesin örnekler şeklinde organize edilmesi mümkün olur.

Dördüncü olarak söylenen örnekse, her şeyin ortaya çıkmaya dayandığının modelidir. Yokluktan varlığa geçiş sonra tekrar yokluğa dönüş paradigması tüm ezoterik ve inisiyatik öğretilerde sık rastlanan bir paradigmadır ve araştırıcının da esnek bir zihne sahip olması şartını gerektirir. Kozmoloji ve teozofi ile ilgilenmek isteyenler, karşıt görüş gibi gözüken görüşlere, iç içe geçmiş sembolleri çözmeye yatkın bir zihne sahip olmalıdırlar.

Her şeyin ortaya çıkmaya dayanması modeli, Kabala’da Tanrı'nın imajı olarak adlandırılır, fakat genellikle bu imaj hayat ağacı olarak bilinir. Her sefirah, dönüşte bir zahzarot’un bölgesel etkisiyle yayılır, bu nedenle 10 sefirah’ı açığa çıkaran akım, şimşek çakması gibi zig zag şeklinde görüntü verir. Merkez noktadan denge, sağ yöne genişleme ve sol yöne zorlama olduğu kabul edilir. Bu yüzden Zahzarot, hayat ağacındaki diyagramda dikey sıralamayı yükseltir ki bunlar sütunlar olarak bilinirler. Eşitlikten zarafet, istek olarak merkezde; merhametten aktif güç genişlemesi olarak sağda; sertlikten dolayı ise solda tezahür eder.

Karşılıklı ilişkiler dördüncüyü ağaca, tüm varoluşun altına koyarlar; ve böylece sefirotun özellikleri bilginin dallarında zaman dilimleri olarak görülürler. Bunların ana tanımı Tanrının sıfatları gibi olduğu halde, insan deneyimlemelerinin, genişlemesinin, büyümenin zaman dilimleri olarak da tanımlanabilirler, çünkü biz Tanrının kendi imajında yer bulan yansımalarız. İyi yansıma yapabilmek için de Sefirot’un 10 açılım kuralını her zaman uyguluyor olmalıyız. İnsanın gelişmesi metodu Kabala'da sıkça geçer ve saf soyutlukların açıklanamadığı metafizik alanlarda bu sembolik dile rahatlıkla başvurulur.

Boşluğun ucundaki ilk sefirah İbranice Keter (taç) olarak adlandırılır ve bu açığa çıkma; olmuşu, olanı ve olacağı kapsar. Burası ilk yayılmanın ve son dönüşün yeridir. Kutsal sıfatının doğası gereği Tanrının adı olarak belirtilir ki bu geleneksel olarak "Ben Benim" şeklinde ifade edilir. Işık huzmesi dengenin bu noktasından yayılır, merhametin etkisi altında, güç ve genişleme ikinci sefirahı açığa çıkarır, bu da Hokhmah'dır.(akıl, hikmet, bilgelik) Kutsallık ve insan aklının aktifliği, öz bilgisi insanoğlu tarafından deha, ilham veya vahiy olarak nitelenir.

Üçüncü sefirah güç, şekil ve eylemsizliğin açığa çıktığı Binah'dır (anlayış). Bu pasif, yansıtıcı ve kavrama kapasitesi olan akıldır. İnsanda sağduyu ve gelenek içinde açığa çıkar. Binah solda olup güç sütununun başında bulunur, Keter’in altındaki denge sütununa temas eder, ağaçtaki bu noktada denge kesindir. Bu nokta Ruah Ha Kodesh'tir, kutsal ruh olarak 3 yüksek sefirah’ın altını örter, ortaya, açığa çıkmamış olarak fakat açılmanın içinde yer alır.

Ağaçta sefirah olmayan Daat (vahiy) ile işaretlenmiştir. Mutlaklık direkt olarak varoluşun içine girer. İnsanoğluna göre Daat, Tanrıdan başka bir yerden gelmeyen bilgidir. Daat sadece görünmekle kalmaz aynı zamanda bilinir de. Bu bilinme, Binah’tan gelen derin düşünmekten, yani aklın açığa çıkmasından bu yönüyle farklıdır. Yüksek sefirahların çocuğudur, yalnızca gözetlemek değil aynı zamanda olmak'tır.

Işık Daat’ın hemen altından merhametin sütununa girer ve tekrar gücün sütununa döner ve bir sefırot çift olarak tanımlanır. Bu katta duygular hakimdir ve yüksek aklın farkıdır. Aktif ve iç duygunun Sefira’sı Hesed (merhamet), pasif veya dış duygunun Sefira’sı Gevurah'dır. (adalet)

Bu sefirahların tamamlayıcı özellikleri olarak da Hesed ’de aşk, hoşgörü, cömertlik ve Gevurah ’da disiplin ve ayırdetme özellikleri olduğu söylenebilir. Bu duyguların egemen olduğu aşamada, karşıt sefirotik prensiplerin operasyonu sırasında yönlerden birine ağırlık verilmesi ile günlük yaşantıda kendini açığa vurur, her insanın yaşamında buna göre hüküm/ Gevurah veya merhametin Hesed etkisi izlenebilir. Parlak ışık, merhametin Hesed’in geniş hoşgörülü yönteminden hükmün Gevurah’ın yapıcı yöntemine girer ve tekrar dönerek aşağı dereceye geçer, burası denge'nin sütunudur. Burada merkezi sefirah olan Tiferet ; güzellik, süs, ziynet vardır. Bu ağacın kalbidir ve direkt olarak merhamet ve güç sütununun tüm sefirahlarıyla ilişkilidir.

Merkezdeki Tiferet kalplerin kalbidir. Merhamet ve hüküm ile birlikte, kutsal ruhun üçlemesini oluşturan merhamet-hüküm-ruh (güzellik), yüksek sefirahlar olan hikmet ve anlayışla birlikte Tanrısal Ruhun büyük üçlemesini yaparlar ve bu üçlemenin ortasında da Ruah Ha Kodesh vardır. İnsan psikolojisinde Tiferet "kendi" dir, şahsın çekirdeği, esasıdır. Ancak bu, günlük benliğin arkasındaki Ben’dir. Adalet (Gevurah), Merhamet (Hesed), Anlayış (Binah) ve Hikmet (Hokhmah) yüksek merkezlerinin genelde pek farkında olunamayan etkilerini odaklar.

Tiferet’in (güzellik) altından, parlak ışık ile tamamlayıcı özellikler ortaya çıkar. Bunlar da merhamet ve güç sütunlarında en alttadır. Aktif genişleyici taraf Nezah (zafer), pasif ve sıkıştırılmış taraf ise Hod 'dur (ihtişam). Geleneksel olarak bu özelliklerin İbrani isimleri zafer ve parlaklık (görkem) olarak tercüme edilir. Bu kutsal değerler Tanrının misafirleri rolünü üstlenirler ve kutsal isteği yapmak üzere gönderilirler. İnsanda vital-psiko-biyolojik olaylar olarak görülür. Bunlar aktiflik, içgüdü ve atılganlık Nezah (sonsuzluk) veya pasiflik bilme ve kontroldür Hod. (yansıma)

Denge sütununda ve bu iki pratik sefirotun arasında ve altında Yesod (temel, asıl) vardır. Peş peşe giden diğer sefirotlar gibi o da daha öncekileri kapsar ve bundan dolayı birçok özelliklere sahip bir komplekstir. İlki üretken oluşudur. Görüleceği gibi bu noktadan itibaren ağacın devamı (gelecek ağaç) ortaya çıkar.

İkinci olarak geri dönüşlüdür (yansıma) ve burada doğrudan Tiferet’in (güzellik) altındadır. Resmin resmi (imajın imajı) olarak kavranabilir ve ağaç kendini görür, Yesod asıl ayna içindeki aynadır. Bu iki tamamlayıcı görev şunu ifade eder: Onun temeli (kaynağı) saf ve sağlam olmalıdır, bundan dolayıdır ki seksüel saflığın (temizliğin) iç manası bu sefirah ile bağlantılıdır.

Bizde ise Ego ve Şuur’un alt bölümüne tekabül eder, burada biz kendimizi görürüz. Bir insanın kendi gerçek değerlerini diğer insanlara gösterebilmesi ancak Tiferet’e projekte olmasıyla olanaklıdır. Dünya hakkındaki idraklerimizin çoğunluğu ve irade-istek ile ilgili aletlerin çoğunluğu burada yerini alır.

En alttaki sefırah Malkut (krallık), Keter’in (taç) tamamlayıcısıdır. Burada parlayan ışık yere iner ve Tanrının madde içindeki varlığı olan Şehina’yı tesis eder. Ağaç tamamlanmıştır. Kök, gövde, dallar ve meyve, ağacın varlığa ulaşmasını sağlar veya irade, akıl, kalp, vücut veya tanrısal istek, tanrısal akıl, tanrısal kalp ve tanrısal vücut olarak da ifade edilebilir. Dört unsur yani toprak, su, hava ve ateş insan bedeninde de bulunmaktadır ki bunlar aynı zamanda Malkut’un dört katmanıdır; katılar, sıvılar, gazlar, ve radyasyonlar olarak, işte bizi canlı tutan bunların birbiriyle reaksiyonlarıdır.

Buraya kadar Sefirot’un genel temasını ana hatları ile incelemiş bulunuyoruz. Daha detaylı bilgi için kaynak kitaplardan yararlanmakta fayda vardır. Sefırot’un üçü aktif olan sağ taraftaki Merhamet sütununda, diğer üçü pasif olan sol taraftaki Güç sütununda ve diğer dördü (sefırah olmayan Daat da dahil olmak üzere) merkezdeki Denge ve Zarafet sütununda yer alır. Bunların ilişkileri zigzag şeklinde ya da daha gerçekçi olarak 22 alanda gösterilir, bunlar üçlülerin oluşturduğu üçgenler (konfigürasyon) şeklinde konumlandırılabilir.



-Kabbalah:

Kabala, Yahudilerin kutsal kitabı Tevratın herkes tarafından bilinen açık anlamından başka, ezoterik anlamı bulunduğu, sembollere gizlenen bu anlamın öğrenilmesi ve yorumlanması geleneği olarak tanımlanabilir.

Kabala kelimesi, kimilerine göre İbranice Kibbel kökünden türetilen ‘’gelenekle kabul edilmiş şey’’ , kimilerine göre ise gene İbranice KBLH harflerinden oluşmuş, ‘’vahiy olarak almak, kabul etmek’’ kimilerine göre de ‘’sözel gelenek’’ anlamındadır.

Kabala ezoterik bir anlayış olduğundan dolayı hayata ve yaradılışa dair, çok çeşitli boyutlarda ve konularda yorumlar içerir. Amaç, yaradılışın sırlarına vakıf olmak, bireyin kendini arındırıp, geliştirerek mükemmele ulaşmasıdır. Yani mükemmel insan olmak ve bu suretle Tanrıya yakın olmaktır. Araç ya da kaynak ise Tevrattır.

Burada Kabala nın tarihine geçmeden önce Tevrat ve Yahudilerle ilgili bazı kısa bilgiler iletmek istiyorum. Yahudi kime denir? Yahudi sözcüğü, en büyük İsrail kabilesi olan ‘’Yahuda kabilesinden olan’’ demektir. Yahudiler daha sonraları Musa dininden olan anlamına gelen Museviler olarak anılacaklardır. Yahudilerin kutsal kitabı Tevrat bu dinin kurucusu olarak, Tanrının buyruklarını kabilesine ileten ilk peygamber olduğu iddiasıyla İbrahim’i gösterir. Evrenin ve insanın yaradılışını anlattıktan sonra insanların nasıl tek soydan çeşitli soylara ve tek dilden, çeşitli dillere geçtiğini açıklar ve insan soyunu Adem’den başlatarak Musa’ya kadar getirir. İbrahim, İshak, Yakup, Yusuf ve Musa peygamberler hepsi Nuh’un üç oğlundan Sam ‘ın soyundandır ki bunlara bilindiği gibi Samiler adı verilir. Musa, Tanrı Yahve’den 10 emri almış ve esaretten kurtardığı ırkı, Musa’nın dininden anlamına gelen Museviler olarak anılmaya başlanmıştır.

Tevrat denince akla, ilk beş kitap ; Tekvin, Çıkış , Levililer, Sayılar ve Tesniye gelir. Musa’dan sonra gelen kitaplarla Musevilerin Tanakh adını verdikleri Eski Ahit meydana gelir. Eski Ahit, Tevrat’ın yazılı kurallarını içerir. Tevrat’ın bir de gelenek haline gelmiş Hahamların yorumlarını içeren sözel kuralları vardır ki İS 200 - 500 de Talmud adı altında toplanarak kağıda dökülmüştür. Yani Tevrat denince aslında Eski Ahit ve Talmud birlikte düşünülmelidir.

Tevratın ezoretik yorumlarını içeren Kabala yani gelenek, bazı Kabalistlere göre ilk Yahudi olarak kabul edilen İbrahim Peygamber’e kadar gider. Tanrı Yahve, İbrahim’e yaradılışı 10 sefirot ( Tanrı nın açılımları) ve 22 harften (İbrani alfabesi) oluşan toplam 32 yol halinde anlatır ve gelenek böylece başlar. Kabala bilgileri herkese verilmez, ancak inisiye olanlara verilir.

Kabala geleneğinin ilk olarak yazıya geçirilmesi 1.yy Filistin’ine kadar gitmektedir. 1 yy da Kudüs’te başlıca 3 Yahudi gurubu bulunmaktadır. Saddusiler, Farisiler ve Esseniler. Saddusiler, katı kurallara sahip bürokratik yönetici kesimdir. Yönetim açısından Yahudi ilkelerinden çok Roma ilkelerini , kültürel açıdan da Yunan ekinini benimsemektedirler. Yazılı Tevrata katı bir şekilde bağlıydılar. Talmud’u kabul etmiyorlardı. Farisiler; Hem Eski Ahit’e hem de Talmud’a bir bütün olarak inanıyorlardı. Bugünkü ortodoks Yahudiliğin temelini oluşturmuşlardır. Kudüs’te bulunan 3. grup Eseniler ise ruhun ölümsüzlüğüne inanan, kendilerine has yaşam tarzları olan kapalı bir guruptu. Saddusi ve Farisilerden farkları, Eseniliğin doğuştan değil ancak bireyin inisiye olmasıyla elde edilebilmesiydi. En önemli inisiyelerden biri de İsa peygamberdir. Esenilik Kabala’nın en çok kabul gördüğü sect’ tir.

(Bu arada bugünkü ortodoks yahudiler dediğimiz zaman, daha çok Sefarad ve Eşkenaz Yahudileri akla gelmektedir. Sefardik İbrani dilinde İspanya demektir.Ve Sefardim ( İspanyol ve Portekiz Yahudisi) ve Mizrahim (doğu) ( Kuzey Afrika ve Ortadoğu Yahudileri) olmak üzere iki gurupta toplanırlar. ( Ladino konuşurlar) Eşkenaz İbranice Almanya demektir. Almanya, Fransa, Doğu Avrupa Yahudileriyle Amrika’da bulunan Yahudilerin çoğu Eşkenazdır. (Yiddiş konuşurlar.)

Bir çok haham Kabala Felsefesinin 12.yy da Fransa Provence’ında yaşamış olan Kör İsak ‘la başladığını kabul eder. Kabala bilgisi içeren üç ana kitap bulunmaktadır. Bunlar, Sefer Yezirah (Yaratmanın Kitabı), Sefer Zohar (İhtişamın Kitabı) ve Sefer Bahir ( Işığın Kitabı) dır. Yezirah 1. yy da, Zohar 13.yy da, Bahir ise 12.yy da yazıya geçirilmiştir.

Sefer yazı demektir. Tanrının yazısından evrende var olanların tümünü anlamak gerekir. Tanrının düşüncesi bu var olanların anlamıdır. Kabala bilgisinin ilk yazılı metni olduğu kabul edilen Sefer Yezirah ( Ing.Book of formation, Tr. Oluşumun Kitabı) yaradılışın hikayesini Sefirot la anlatır. Yaşam Ağacı da denilen Sefirot 10 sefira dan meydana gelmiştir. Sefirot , üç sütun halinde, alt alta sıralanmış sol ve sağda üçer, ortada ise dört sefira olacak şekilde konuşlanmıştır.

Hepsi birbirleriyle bağlantılıdır. Bu bağlantı İbrani alfabesinin 22 harfi ile gerçekleştirilmiştir. Kabala felsefesinde harflerin özel bir önemi vardır. Harfler ve sayılar birer sembol olarak kullanılır ve bu yolla varlık birliği yani Tanrının birliği (Vahdeti Vücut) anlatılmaya çalışılır.

Sefer Yezirah der ki: Sefirot on’dur. Dokuz değil; on’dur on bir değil; Akıl ve Hikmetini onları anlamakta yoğunlaştır; inceleme ve araştırmalarını, irfan ve vicdanını onlara ada; var olan herşeyde Sefirot’u temel bil; Tanrıyı onlarla kavramaya çalış. Aslında bu sefirot, mükemmel insanın tasarımı olup insanın kendini tanımasıyla varacağı noktayı tarif etmektedir.

Kabalada aşkın tanrı ( fizik ötesi) AYN diye adlandırılır. İbranice’de Ayn ‘’hiç birşey’’ ‘’yokluk’’tur. Tanrı için kullanıldığında ise ‘’Varoluşun ötesinde’’ anlamındadır. AYN SOF içkin tanrıdır, ‘’ sonu olmayan’’ olarak ifade edilir. Zaman ve mekanla sınırlanamaz. AYN SOF; ‘’olan’’ ve ‘’olmayan’’ın toplamıdır. ‘’Mutlak Herşey’’dir. ‘’Tanrı Tanrıdır, Tanrıyla kıyaslanabilecek ne vardır?’’ İfadesi Kabalistlerin Tanrıyı bu dünyanın dışında tuttuğu anlaşılmaktadır.

Sefer Bahir’de ise şu sorular sorulur?

• Eğer Dünya’yı Tanrı yarattıysa, yani bir tarfta Tanrı diğer tarafta Dünya varsa, Tanrı olmazsa Dünya ne olur?

• Eğer Dünya Tanrı’nın bizzat kendisiyse, o zaman neden mükemmel değil?

Saf ve mükemmel valıkla, saf ve mükemmel olmayan Dünya arasındaki ilişkiyi Kabala da aramış deiğişik şekillerde ifade etmiştir.

Mükemmel insanın tasarımı ya da yaradılışın hikayesi diyebileceğimiz Hayat Ağacı yani Sefirot daha önce de söylediğim gibi 3 sütundan oluşur. Bu sütunların çok çeşitli ifadeleri mevcuttur. Sağdaki sütun Merhamet ( Etkin Kuvvet, Genişleme, Yayılma) soldaki sütun Adalet ( Şiddet, Pasif form, Sınırlama) ortadaki sütun ise İrade ( Denge, Rahmet, Erdem) dir.

Sefiralar arasındaki ilişki üç ilke ile yönetilir. Merhamet sütununa yani sağa doğru genişleme ve Adalet sütununa yani sola doğru sınırlama şeklindedir. İrade ise tüm bu hareketi dengede tutan unsurdur. Diğer bir deyişle İlk sefira Keter ( Crown ) dir. Keter taç anlamındadır. Güç, bilgelik, Adalet gibi bir kralın sahip olması gereken özellikler keter ile sembolize edilir. En üst ve ortada olmasıyla bütünselliğini gösterir. Ruhsal olarak Tanrıyla birleşmeyi temsil eder.

Denge sütunundan sağa doğru genişleyen Merhamet, kuvvet ve yayılmanın etkisinde olan olan Hikmet ( Wisdom) sefirası, tanrının eril kısmının ifadesidir. İnsan düşüncesinde etkin içsel zekadır. İnsanlar tarafından dehanın, ilham ve içedoğuş ve irfanın simgesidir.

Üçüncü sefira olan Binah ( intuition, understanding) adalet sütununda yer alır. En yüksek dişil yayılmadır. Anlayıştaki adalet biçim ve kasılmayla dengelenir. Aklı ve geleneği simgeler.

Binah daha sonra orta sütun olan Denge sütununa dokunur. Bu nokta Yaşam Ağacının en önemli noktasıdır. Bu nokta Mutlağın girebileceği ve doğrudan varoluşa karışacağı yerdir. Bu nokta Tanrıdan gelen bilgiyi temsil eder.

Etkin veya içsel duygunun sıfatı Hesed ( mercy) yani marhamettir, bazen sevgi olarak adlandırılır. Edilgin veya dışsal duygunun sıfatı ise Gevurah ( strength) dır. Disiplin, adalet, ayırma gibi eylemlerimizde açığa çıkar.

Buradan sonraki sefira Tiferet, yani güzelliktir. Denge sütununda en ortada yer alan Tiferet Adalet ve merhametin bütün sefiralarıyla doğrudan ilgilidir. İnsan psikolojisinde Tiferet’in yeri bireyselliğin özü olan ego dur. (Külli Nefs) Merhamet ve Adaletin bilinç dışı akışını ayarlayan ‘’Bekçi’’dir. Arınmış bir kişinin ulaşabileceği en üst noktadır. Tiferet, direkt olarak mesih kavramıyla ilintilidir. Bu noktaya ulaşmış kişi mesih seviyesine erişmiş, yani Tanrı ile ilişkiyi tam olarak kavrayabilecek hale gelmiş demektir.

Bir sonraki sefira etkin ve genişleyen yan Nezah, sınırlayıcı sefira da Hod adını alır. Nezah insan açısından içgüsel eğilimleri, Hod ise bilinçli ve kontrollü psiko-biyolojik süreçleri gösterir.

Denge sütununda bu iki sefiradan sonra Yesod yani temel bulunur. Yesod bilinçaltıyla ilgilidir ve kişiliğimizin temelini oluşturur.

En alttaki sefira Malkut yani krallıktır. En üstteki Taç sefirasını tamamlar niteliktedir. Fiziksel dünyayı ve ölümü simgeler.

-Farklı Kabalist yaklaşımlar:

1. Abraham Abulafia (1240 – 1295) Sadece sessiz harflerden oluşan İbrani Alfabesinin Tanrısal doğasına inanmaktaydı. Kabala’nın en önemli öğretilerinden biri, Harflerin yerinin değiştirilmesiyle elde edilen yeni kelimelerin manalarını ve aralarındaki ilişkileri irdelenmesidir. Esrime (kendinden geçme hali) ulaşmak için saatlerce soyut harf kombinasyonları yapılır. Ve esrim haline ulaşıldığı anda söylenen sözlerin de özel bir anlamı ve önemi olduğuna inanılır. İbrani alfabesinde her harfin rakamsal bir değeri vardır. Dolayısıyla, sözcüklerin de sayısal bir değeri mevcuttur. Aynı sayısal değere sahip kelimeleri bularak kelimelerin ifade ettiği nesnelerle fikirler arasında bağlantılar araştırılarak çeşitli yorumlar yapılır. Bütün bunların temeli Tevratı okuma tekniğinden doğar. Kabala’da Tevratı okumanın 3 temel tekniği mevcuttur. Themuria, Gematria ve Notaria. Themuria; sözcükleri oluşturan harflerin yerleri değiştirilerek yeni sözcükler elde etme ve bunları tefekkür etme tekniği, Gematria; sözcükleri oluşturan harflerin değerinin hesaplanması tekniği; Notaria; bir metnin şifrelenmesinde ve kodlanmasında kullanılan akrostiş tekniğidir. Tüm bu teknikler sayesinde elde edilen yeni sözcük ve anlamların tefekkürü Kabala’nın çalışma alanına girmektedir.

2. Kabalanın en önemli kitaplarından Sefer Zohar (İhtişam Kitabı) İS 170 yılında yazıya geçirilmiş Moses de Leon tarafından (1238 – 1305) de yayımlanmıştır. Zohar Tevratın ilk beş kitabındaki cümlelerin birebir ezoterik yorumlarından ve Tanrısal süreçlerin teosofik anlatımları olan ve çok geniş ve değişik konuları içeren bir dizi metinden oluşur.

3. ( 1534 – 1572) Isaac Luria Ashkenazi ‘nin öncüsü olduğu Lurianik Kabalalistleri Sefer Zohar kitabında yer alan metinlerde Evrenin yaradılış sürecini betimlerler. Bu betimlemeler Fizikçilerin betimlemesiyle ilginç bir benzerlik gösterir.

Big Bang teorisi evrenin saf enerjiden oluşan küçük bir noktadan başladığını ve bunun balon gibi dışa doğru genişlediğini ileri sürerler. Fizikçiler, bunu bir patlama olarak tanımlarken, Kabala, bunu bir içe çekilme olarak yorumlar. Tanrı dünyayı yaratmak istedi ve her yeri ışık şeklinde kaplarken içine çekildi ve varlıkların yaratıldığı boşluğu yarattı. Kabalistlere göre Tanrı yaratılmış dünyanın dışındadır ve gizlenmiş Tanrı olarak durmaktadır.


-Merkabah Mistisizmi:

Daha sonra göreceğimiz Hasidism’e de kaynaklık edecek olan Merkabah mistisizmi Tanrının insanlara kendisini göstermesi olgusudur; makbul kullarının kalbinde Tanrısal sırların açığa çıkması halidir. Çeşitli meditasyon, kendinden geçme halinde ibadetler ve sihir içeren ritüellerle çalışan Merkabah’ın kökeni, Zekeriya Peygamber’e dayanır. Zekeriya Peygamber ( Ezekiel ) ön görüleri ya da kehanetleri ile ünlüdür. Babil diasporası sırasında Süleyman Mabedi ‘nin (İS 586 yılında Babil Kralı Nebukadnezar tarafından) yıkılacağı kehanetinde bulunur. Bunun, Tanrının Yahudilerin geçmişte Tanrı yolundan ayrılıp Mısır Tanrılarına tapdıkları için verdiği bir ceza olarak görür. Tapınağın yıkılması ve Kudüs’ün yok edilmesi, ölümü sembolize eder onun için. Yeni Tapınağın kendisi tarafından yapılacağını ve Yahudilerin kendi önderliğinde yeniden doğacağını tahayyül eder. Zekeriya peygamberin Tanrının tahtına kadar 7 kat göğün ruhsal alemi boyunca yolculuk yaptığı sırada Tanrıyı Taht arabasında otururken gördüğü ve onunla konuştuğu söylenir. Bu mistisizm Şekinah adı verilen Tanrısal seviyeyi tefekkür ederek bu aleme ulaşmayı amaçlar. Zekeriya Peygamberin yaşadığı aslında, diğer peygamberlerin de yaşadığı, derin tefekkürler sayesinde içkin Tanrısına ulaşmak , irfan sahibi olmaktır.

17. ve 18. yy boyunca Ortodoks Yahudilik Kabalayla içiçe yaşadı. Ancak iki akım Yahudiler için sapma olarak değerlendirilmiş ve Yahudilerin Kabalaya duyduğu ilgiyi azaltmıştır. Bundan sonra, günümüzde de olduğu gibi Kabala sihir ve Tarot falcılığının ana kaynağı olarak kullanılmaya başlanmıştır.

1. Sabetaycılık. Sabatay Zvi İspanyol kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1626 yılında İzmir’de doğmuştur. Doğum günü olarak Mabedin 1. ve 2. yıkılışıyla aynı güne geldiği iddia edilmektedir. Sabatay kendisini mesih olarak ilan etmiş ve Lurianik kabalist olan müritlerini kutsal topraklara götürerek bir Yahudi Devleti kuracağını ilan etmiştir. Bu durum Osmanlı Ortodoks Museviler tarafından bir tehlike olarak görülmüş ve Padişaha şikayet edilmiştir. Bunun üzerine Sabbatayla birlikte 200 ailelik bir grup Musevilikten Müslümanlığa dönmek durumunda kalmıştır. Tarihe, dönmeler olarak geçen bu grubun sadece görünüşte müslümanlığı kabul ettiği ve içerinde kapalı olarak kendi geleneklerine göre yaşadıkları söylenir. Sabbatay bir süre Anadolu’da yaşadıktan sonra Arnavutluk’a sürülmüştür. Cemaatinin büyük çoğunluğu Selanik’e yerleşmiş ve birer Türk ve Müslüman görüntüsünde yaşamışlardır. Halen kapalılıklarını koruyan Sabetaycıların mevcut olduğu ve çoğunlukla İstanbul ,İzmir, Manisa Edirne, Kırklareli, Antep, Adana ve Hatay ve Çanakkale ‘de yaşadıkları bilinmektedir. Çoğunlukla biri İbranice ve biri de Türkçe olmak üzere iki isim kullanmaktadırlar. Sabatayist öğretiye göre mesih yeryüzüne gelecek ve kurtuluş gerçekleşecektir. Öğretiye göre Adem peygamberden bu yana Sabbatay Zvi 17. mesihtir. 18. mesih kıyamet gününde gelecektir ve yeni tanrısal kurallar koyacaklardır. Sabbatay’ın koyduğu 18 emirin bu öğretiden kaynaklandığı düşünülmektedir. Kimileri, bu 18 emrin, Yahudi ayinlerinin temelini teşkil eden 18 duayı temsil ettiği, kimleri ise bunu 10 emrin geliştirilmiş hali olarak yorumlamaktadır. Mesih, Yahudi inanışının temelini teşkil etmektedir. Gelecek olanın mesih olarak kabul edilebilmesi için mesihim demesi değil Kutsal topraklarda Mabedi inşa etmesi gerekmektedir. Bazı Kabalistlere göre mesih Tanrının sureti sayılan Adem Kadmon dur. Lurianik ve Sabatayist Kabala’nın temel görüşlerinden biri de yeniden inşa etme, onarma anlamına gelen Tikkunim’ dir.İki uygulaması vardır. 1. Kutsal Kıvılcımların yeniden kaynaklarına dönmesi; yani insanın kendini yüceltmesi 2. Kendimize ait ikiliklerin uzlaştırılmasıdır. Bu kavram ‘’ ya kendin gibi ol, ya da olduğun gibi görün’’ olarak yorumlanabilir.

2. Hasidism. Doğu Avrupa’da 1700 lü yıllarda Israel Ben Elizer ( Baal Shem Tov ya da Beth olarak bilinir.) ile başlayan bir harekettir. Baal Shem Tov, vücudun ve ruhun acılarını yakarmalar, dualarla mucizevi şekilde iyileştiren kişi olarak tanındı. Öyküleri ve önerileri etrafında Hasidik denilen müritlerin toplanmasına sebeb oldu. Hasidism 4 temel ilkeye dayanıyordu. 1. Tanrıya dua ederek güçlü bir ruhsal deneyim yaşama; 2. Dini emirlerin uygulanmasında bireyin ‘’içte niyetli‘’ olmasının büyük önemi; 3. Tanrıya ibadette kendini maddi şeylerden men etmektense, bunlardan sevinç duyma; 4. Müstesna erdemleri sayesinde Tanrıya daha yakın olan tsadik ( dürüst kişi) veya Ribbi sıfatını taşıma.

Hasidikler, hayatla ilgili tüm önemli kararlarını tsadik lere danışırlar. Hasidiklerin kendilerine has giyinişleri, saç ve sakal şekilleri vardır.

Orta çağda geleneğin yazıya dökülmesiyle birlikte, Yahudi olmayanlar da Kabala üzerinde çalışmışlardır. Bazı Hristiyanlar, Kabalayı kutsal kitabın gizlerini onlara açacak bir araç olarak gördüler. Bazıları ise Yahudileri Hristiyanlığa döndürmeye yarayacak doktrinler bulmaya çalıştılar içinde. İlk başlarda Hristiyan Kabalası denen daha sonra Hermetik Kabala adını alan bu akım tamamen Yahudi Kabalasının dışında gelişmiştir. Bugün hala bir takım sihir ve falcılık teknikleriyle içiçe girmiş modern Kabala adı altında çalışmaktadır.

Kabala dört Dünya’dan bahsetmektedir. Bu dört dünya Ateş, Hava, Su ve Toprağa karşılık gelmektedir. Azilut (Yayılma Dünyası), Beriyah (Yaratma Dünyası), Yezirah (Oluşum Dünyası) ve Asiyah ( Fiziksel Dünya) Bu dört dünya insanın varlığının farklı düzeylerine denk düşer. Fiziksel beden, duygular alemi, akıl, ve ruhtur. Tasarımsal olarak bu, Yakup’un merdiveni gibi de görülebilir. Kabala’da zaman zaman bir beşinci dünya’dan bahsedilir ki o da ADAM KADMON yani Kamil İnsan dır. Bu, açıklanamaycak, öte bir haldir. Kamil İnsanın Tanrıyla bütünleşmesini, Hakikate ulaşmasını anlatır.

Bir Kabala yorumu şöyle der; (Tefekkür ve İçebakış üzerine) Her sabah yenileniriz, ruhumuz yeniden yaratılmış gibi olur. Eğer bir insan yatmadan önce kendini ciddi bir biçimde yargılamıyorsa, yaşam o insanı gün boyu yargılar. Bu nedenle uyumadan önce günlük olumsuz davranışlarınızı iyice düşünün. Eylemlerinizden sorumlusunuz. Kendinize dürüst olun ve ben merkezli eylemlerinizi araştırın. Egonuz ne kadar ağır gelirse gelsin, kendinizi değiştirmeye çabalayın.Yüzleştiğiniz sorunları sorgulayın. Sorgularken ne kadar açık olursanız yanıtlar da o kadar sonuç verici olur. Egonuzun ve şüphenizin ötesine gidin. Destek isteyin. O zaman ruhunuz bedeninizden ayrılır, sorularınızın yanıtlanabileceği düzeye çıkar. Gece ne kadar üzerimizde çalışırsak, gündüz sular o kadar dingin olur.

Eğer bir insana karşı kötü duygular besliyorsak, uyuduğumuzda iki ruhun da Üst Dünyalara yükselmesini engelleriz. Dolayısıyla diğer insanlara duyduğumuz bütün öfkemizi sona erdirmeliyiz, bizi ne kadar kızdırlarsa kızdırsınlar.Hoşgörüsüzlüğümüz ve ben merkezli rekabetçiliğimiz yüzünden acı çekmelerine neden olduğumuz insanlardan da af dilemeliyiz. Kaybedek birşey yok. Bir sonuç almaya başladınız mı bu fikre daha açık olmaya başlarsınız.

Bkz: Kabbalah

.

Zihnimizin Yeri Neresi?

Hücre Hafızası Sendromu

Organ nakli ameliyatları çaresiz gibi görünen pek çok hastanın umudu oldu. Bu ameliyatlar sonrasında organ nakli yapılanlarda görülen değişimler ve yeni edindikleri özelliklerin donörlerin bazı yönlerini andırması, herkesi düşündürüyor. Hekimler imkansız dese de kimi hastalar ve yakınları organlarla birlikte kimi alışkanlıkların ve huyların da nakledildiğini iddia ediyor. İşte uzman görüşleri ve çarpıcı öyküler:

Bilimin tıbba armağan ettiği en önemli gelişmelerden biri kuşkusuz organ nakli. Binlerce kişinin hayatını kurtaran, milyonlarcasına ise umut olan bu gelişmeyle ilgili her gün pek çok haber yayımlanıyor: Kardeşine, çocuğuna, kocasına böbreğini, karaciğerini verenler... Elim bir kaza sonucu hayatını kaybedenlerin aileleri tarafından bağışlanan organlarla dünyaya yeniden gelenler... Sosyal ve insani sorumluluk projeleri gereği topluca bağışta bulunan kurum ve kuruluşlar...

Bu ve benzeri haberler bizleri artık pek şaşırtmıyor. Ancak son zamanlarda özellikle yurtdışı kaynaklı öyle ilginç organ nakli hikayeleri okuyoruz ki bir an durup ‘Bunlar gerçek mi?’ diye düşünmeden edemiyoruz. Bunun en yakın örneğini geçtiğimiz hafta İngiltere’den gelen bir haberde gördük. Özetle şöyle deniliyordu: ‘37 yaşındaki İngiliz Cheryl Johnson’a geçen yıl mayıs ayında beyin kanaması geçiren bir adamın böbreği takıldı. Ancak Johnson’un karakteri bu nakille birlikte değişti. Eskiden pembe dizi izleyen ve Victoria Beckham gibi ünlülerin biyografisini okumaktan zevk alan kadın bir anda ‘entel’ oldu.’


Ufak bir araştırma yaptığınızda bu tür vakaları, sayıca çok olmamakla birlikte bir araya toplayan kaynaklar bulabiliyorsunuz. Öyle ki bazılarına göre bu durumun tıp literatüründe bir adı bile var: Hücre Hafızası Sendromu yani nakledilen organa ait hücrelerin eski sahibinin yaşam tarzını yeni sahibine aktarabildiği iddia ediliyor. Bilimkurgu ya da korku filmlerine ilham kaynağı olabilecek cinsten örnekleri görünce biz de konunun Türkiye’deki uzmanlarına ve tabii ki bizzat nakil hikayesi olanlara danıştık. Organ nakli yapan cerrahlardan psikiyatrlara kadar tıp dünyasının Türkiye’deki mensupları hücre hafızası diye bir sendrom olmadığını söylüyor. Yurtdışından gelen bu örneklerin gerçekliği konusunda ise şüpheliler. Nakil olan hastalara gelince kimi ufak tefek değişiklikler yaşadığını söylüyor, kimi ise ‘Aynıyım’ diyor. İşte hücre hafızası sendromunun Türkiye’deki durumu...

Türkiye’de organ nakli denilince ilk akla gelen isimlerden biri olan ve yüzlerce nakil yapan Akdeniz Üniversitesi Organ Nakli Merkezi Müdürü Prof. Dr. Alper Demirbaş organlarıyla birlikte huyları da değişen hastalarla ilgili bilimsel bir çalışmanın olmadığını söylüyor. Bütün hastaların nakilden sonra kontrol altında tutulduğunu anlatan Demirbaş, nakil olmuş hastalarla ilgili yapılan çalışmalarda mutluluk indekslerinin arttığının görüldüğünü vurguluyor. Demirbaş’a göre özellikle kalp nakli olanların değiştiğini iddia etmesinin sebebi kalbin diğer organlara göre daha simgesel bir organ ve duygularla bütünleştirilmesi olabilir: ‘Kalp nakli diğer nakillere göre hastada daha ciddi bir travma yaratır. Hatta kalp nakli olan hastalarda depresyona çok sık rastlanır.’

Organ ve Doku Nakli İstanbul Bölge Koordinasyon Başkanı Op. Dr. Ahmet Çakıroğlu da insanı beyninin idare ettiğini söylüyor ve ‘Organ nakli olan bir kişi eğer kendisine organ vereni tanıyorsa farkında olmadan, psikolojik olarak o kişiden etkilenebilir. Bir tür diyet borcu, minnet duygusu da diyebiliriz buna. Türkiye’de kadavradan nakledilen organlarda zaten hastaların kimin organını aldığını bilmesi söz konusu değil. Yurtdışı kaynaklı bu haberlerin doğruluğunun gerçekten araştırılması gerekir’ diyor.

Eşim hiç su içmezdi ben de içemiyorum

İstanbul Beşiktaş’ta pastane işleten 59 yaşındaki Kadir Kantar yedi yıldır böbrek hastası olan eşine bundan bir buçuk ay önce böbreğinin birini verdi. Bahçelievler Özel Medicana Hastanesi’nde gerçekleşen ameliyatla eşini böbrek yetmezliği hastalığından kurtaran Kantar, henüz iyileşme sürecinde olan eşine destek olmaya devam ediyor. Çift organ naklinden sonra hastaların huylarında bazı değişiklikler olduğunu duyduklarını anlatıyorlar. Havva Kantar ameliyat sonrası yaşadıklarını espriyle karışık şöyle anlatıyor: ‘Nakil olduğumdan beri bendeki tek değişiklik ameliyat öncesi su içmeyi çok sevdiğim halde artık canımın hiç su istememesi. Eşim hiç su içmezdi. Galiba ona benzedim. Bir de konuşmayı hiç sevmez. Ben de tam tersi çok konuşurdum. Biraz daha ona benzersem evde ikimiz de sus pus oturacağız.’

Annem karaciğerimi alınca bana benzedi

Türkiyde de sadece üç kişide görülen bir tür hepatit hastalığına yakalanan 48 yaşındaki Mihriban Tombul bundan sekiz ay önce kızının karaciğerinin bir bölümünün nakledilmesiyle eski sağlığına kavuştu. 22 yaşındaki Zeynep Tombul annesinin nakil olması gerektiğini öğrenir öğrenmez kendi karaciğerinin bir kısmını vermeye gönüllü olduğunu söylüyor. Başarılı bir operasyondan sonra aradan geçen sürede anne Mihriban Tombul, akrabalarının ve arkadaşlarının sürekli çok değiştiğini söylediklerini anlatıyor: ‘Ben çok ciddi bir fark görmesem de arkadaşlarım eskisinden çok farklı olduğumu söylüyorlar. Hastalıktan kurtulduğum için değişmiş olabilirim ama zaten rahatsızlığımı kendime çok büyük sorun etmiyordum.’ Zeynep Tombul da annesinin ameliyattan sonra farklı olduğuna inanıyor. Her şeyin iyiye gitmesinden kaynaklanan bir enerjinin söz konusu olduğunu anlatan Tombul ‘Annemdeki değişimi herkes fark ediyor. Ameliyattan önce ne söyleyeceğini ölçüp biçerdi. Şimdi tıpkı benim gibi dobra dobra konuşmaya başladı ve gençleşti’ diyor.

Kimi artık klasik müzik dinliyor kimi tanımadığı donörün sözlerini sayıklıyor

Organ nakli olduktan sonra yaşamı tamamen değişenlerle ilgili yurtdışında çeşitli araştırmalar yapılıyor, kitaplar yazılıyor. İşte film senaryolarını andıran değişim hikayeleri...

47 yaşında Kafkas bir erkeğe 17 yaşında siyahi bir Amerikalı’dan kalp nakli yapıldı. Hasta daha önce klasik müzik dinlemezken nakilden sonra bu türü sevdiğini fark etti. Sonradan keşfetti ki kalbini aldığı Amerikalı klasik müzik dinleyicisi, keman çalıyormuş.
Fast-food bağımlısı 29 yaşındaki lezbiyene 19 yaşında bir vejetaryenin kalbi nakledildi. Nakilden sonra kadın et gördüğünde midesinin bulandığını ve bir süre sonra da kadınlara ilgi duymadığını belirtti.

14 yaşında yeme problemi olan bir jimnastikçi kızın kalbi 47 yaşındaki bir erkeğe nakledildi. Ameliyatın ardından nakil yapılan kişi her öğünden sonra midesinin bulandığını, bir çocuk kadar neşeli olduğunu hatta küçük bir kız gibi kıkır kıkır güldüğünü belirtti.

ABD’de yüksekten korkan bir kadın, akciğer nakli olduktan sonra dağcılığa başladı. Donör, genç yaşta bir dağcıydı.

Şiir yazan, beste yapan 18 yaşındaki bir genç trafik kazasında yaşamını yitirdi. Gencin kalbi 18 yaşındaki bir kıza takılmıştı. Kız donörün ailesiyle tanıştığında daha önce hiç bilmemesine karşın kalbini aldığı gencin şarkılarını söyledi.

Genç bir adam ameliyattan çıktıktan sonra annesine daha önce hiç kullanmadığı bir kelimeyi söylemiş. Annesi şaşırmış. Sonradan fark etmişler ki bu kelime organ alınan kişi ve karısı arasında türetilmiş bir kelime.

ABD’de cinayete kurban giden birinin kalbinin nakledildiği 7 yaşındaki kız öldürüldüğüne dair kabuslar görüyor.

.

Çam Süsleme Geleneği: Nardugan

Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.

Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.

Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli. İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor. Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor. İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar. Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.

-Bayramın adı NARDUGAN

(nar=güneş, tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.

Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar. Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar,dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.

Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar. Yaşlılar,büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar.

Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.

Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş. Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş, bu yüzden olayın ;  Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

 "Doğum, güneşin yeniden doğuşu"

Ağaç kültü birçok doğa inançlarının barındırdığı animizimde, ağaçların saygı gösterilmesi gereken bir ruha sahib oldukları, ve ağaçlara gösterilen saygı, bereketi etkilediğine inanmaktan kaynaklanan bir kült'dür.

Eski Türklerin ve Moğolların inancı Tengricilikte, ve kuzeyamerikanın yerli inançlarında, ayrıca birde dünyanın merkezinde durduğuna, ve yer ve gök alemini birleştirdiğine inanılan "Dünyalar ağacı" vardır.

Ağaca tapınmanin izleri Oğuzlara kadar muhafaza edilmişdir: “Bay Terek”, “Temir Kavak” , veya “Hayat Ağacı” denilen kutsal “Evliya Ağaç” inanışına benzer inanclar sadece Türk mitolojisinde değil tüm dünya mitolojilerinde rastlanabilir.

-Sembolik anlamları

Türk etnik-kültürel geleneğine baktığımızda, önemli bir yer tutan ağaç miti, Türk düşüncesinde yaratılış nedeninin başlıca motiflerinden biri olarak gösterilir. Bu düşünceye göre, ilk insan dokuz budaklı bir ağacın altında yaratılmıştır. Türk mitolojisinde, “Evliya Ağaç”, Tanrı’ya kavuşmanın yoludur. İnanışa göre, yüce dağlar gibi bazı kutsal ağaçların bakışları da gözle görülemeyecek kadar göklere yükselir ve göklerde olduğu sanılan ışık dolu cennet alemine ulaşır. Cennet ise Ulu Tanrı’nın gözle görülebilen yanına çevrilmiştir.Böylelikle, “Evliya Ulu Ağaç” Türk düşüncesinde Tanrı’nın ilahi özelliklerinin maddi yeryüzündeki sembolü haline gelmiş, başka bir deyişle onu sembolize etmiştir. Ağaç, Türk halklarının geleneksel dünya görüşlerinde, insanların birbirleriyle ve doğanın insanlarla bağını da sembolize eder.

Tanrı’yı sembolize eden kutsal Evliya Ağaçları’nın, Türk mitolojisindeki tanımına uygunluğu açısından birçok özelliği vardır; bu ağaçların tek ve benzersiz olması, ölümsüzlüğü sembolize etmesi ve sığınacak yer olması bunlardan bazılarıdır. Bu özellikler, aynı zamanda “Ulu Gök Tanrı”nın taşıdığı özelliklerdir. Bu nedenle, ağaç kutsal bilinmiş ve onu kesmek günah sayılmıştır. Tanrı Dağı gibi, “Evliya Ağaç” da Türk mitolojisindeki Tanrıcılıkta Tanrı’yı temsil etmektedir.

Türk halklarında, ağaçların bereketli olması veya birkaç yıl ürün vermeyen ağaçların ürün vermesi için, "ağacı korkutmak" gibi adlarla bilinen gelenekler vardır. Uykuda, çiçeklenen ağaç görmenin, dünyaya çocuk geleceği, yıkılan ağaç görmenin de ölümün işareti olarak yorumlanması, ağaçlara bağlı eski inanışların bir ürünüdür. Mitolojik inanışa göre, öbür dünyada her yaprağı bu yeryüzündeki bir insana ait olan bir ağaç vardır; bir insan, yaprağı sararıp yere düştüğü zaman ölür. Kadir gecelerinde ise suların durduğuna ve ağaçların secdeye gittiğine inanılır.

Ağaç, Azerbaycan dekoratif sanatında ortaya konan örneklerin tamamında da hayatın başlangıç sembollerinden biri olarak yer almaktadır.


-Tarihsel kökenleri

M. Kaşgari’nin, Oğuzlardan bahsederken, onların yüksek bir dağla yakınlıklarına değinir ve “gözlerine ulu görünen” büyük bir ağaca “Tankrı” dediklerini söyler. Derbent yakınlarında yaşayan Kumukların, dokunulmaz ve kutsal saydıkları ağacı, “Tenkrihan” olarak adlandırmış olması ve diğer birçok tarihsel bilgi, Türklerin gözünde Ulu Ağaç’ın, Tanrı’nın ilahi vasıflarını taşıdığını gösteriyor. Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gazi’nin uykusuna girip, hakimiyetinin nerelere kadar uzanacağını söyleyen, her tarafa dal-budak salan ve budaklarının gölgesi dört bir yanı örten de ağaçtı. Bazı kaynaklarda, Ertuğrul Bey’in adıyla bağlantılandırılan bu uykudaki ağaç motifi, Türk destan kültürüne de çok uygun düşüyor.

Sayan Altay halk kültüründeki ağaç motifi, yer sahibi motifiyle ilintilidir. Burada ağaç, Ulu Ana’nın yaşadığı ve kahramanlara memesinden süt verdiği yerdir. Hakasların yaşlıları, kayın ağacının yerin derinliklerine işlemiş köklerinde, yeraltı dünyasındaki atalar alemiyle bağlı gücün ifadesini görürler. Türk halklarında ulu ağaçların evliya adlarıyla anılması da çok yaygındır. Büyük olasılıkla Tanrı’nın tekliğini simgelediği için, yalnız ağaçlar, mitolojik inanışlarda önemli yer tutmuşlardır.

“Evliya Ağaç” mitolojisine dair edebiyatlarda, “Dünya Ağacı”, “Şaman Ağacı”, “Bay Terek” gibi adlara rastlanır. Dünya halklarının mitolojisinde “Hayat Ağacı”; Altay Türk mitolojisinde “Bay Kayınk” ; bazı hikâyelerde ise “Tamir Terek” adları geçmektedir.

Dünyanın tam ortasından yükselen bu ağacın kökleri yeraltına iner, dalları ise dünya dağının zirvesine yükselir. Böylece bu kutsal ağaç, dünyanın her üç katını -gök, yer ve yeraltı dünyalarını- birbirine bağlamaktadır.

Şamanist Türklerin en kutsal bildikleri ağaç , kayın ağacıdır. Kutsal sayıldığı için de “Bau Kayın” denilen bu ağaç, bütün şaman ayinlerinde yer alır. Ağaç motifi olan kayın, Altaylarda şaman ayinlerinde, doğum, düğün ve bayramlarda önemli unsurdu. Ataların hayatları bu ağaçla bağlanırdı. Altay şamanlarının inancına göre, insanlar yaratıldıkları zaman ilk kayın ağacı da Umay Ana ile beraber yere inmiştir. Şamanı besleyip, büyüten ağacın adı Ara Ağaç'tı. Yakutlara göre, göğün en üst katında olup, göğün yere açılan kapısıdır. Yerle göğü birbirine bağlayan Dünya Ağacı’nın zirvesinde, iki başlı bir kartal yuva kurmuştur. Bu kartalın görevi, gökleri korumaktır.

Hakaslar, “Imay Toyı” adını verdikleri törenlerde kullandıkları ağacı, tören bittiğinde ormana götürüp dikerlerdi. Eğer bu ağaç kurumazsa, adına tören yapılan kadının ailede çocuklarının dünyaya geleceğine inanılırdı. Hakasların geleneksel görüşlerinde ağaç, aynı zamanda “insan”, “insanın canı” ve “soy” anlamlarıyla da bağlantılıdır.

Toprağın ruhunun da kayın ağacında olduğuna inanılmıştır. Şamanlar kendi ilahilerinde, tören ve ayinlerin başlıca unsuru olan kayın ağacına “Bay Kayın” derlerdi. Kayın, Tanrı’yla kulu arasında ilahi bir köprü gibi düşünülürdü. Şorlar da dağ ve su ruhlarının şerefine yaptıkları ayinleri, kayının altında gerçekleştirirlerdi.

Türk etnik-kültürel geleneğinde, her ağacın birer canlı varlık olduğuna inanılmıştır. Buna göre de kutsal ağaca zarar veren veya dallarını kıran birine zeval geleceğine inanılmıştır. Tapınılan ağaca ant içilir, her yıl bir kurban kesilirdi. Anadolu Kızılbaşları, kutsal ağacın ilahi özellik taşıdığını belirtmek için bu ağaçlara “Dede Ağacı” demiştir. Cengizname'ye göre, Cengiz, her boya bir işaret olarak ayrı ayrı damga, kuş ve benzeri şeylerin yanında bir de ağaç tayin etmişti.

Altaylarda, “Genç Oğlan” adlı hikâyenin kahramanı, kayın ağacının altında geceledikten sonra ad alır. Kırgız ve Kazaklarda ise kısır kadınlar, yalnız ağacın (veya suyun) yanında geceleyip kurban keserlerdi. Yakutlarda, çocuğu olmayan kadınlar, kutsal bir ağacın dibinde ak-boz at derisinin üzerinde oturur, ağlayıp sızlayarak, yer sahibinden çocuk isterlerdi. “Er Sokotoh” destanında, Er Sokotoh’un ablası sekiz budaklı ağaç, kardeşine yenilmez güç vermek için onu emzirir. Oğuzname’deki “Kıpçak” efsanesinde de ağaçtan söz edilmektedir. Altay halk biliminde,kayın ağacından inip, yeni doğmuş çocuğa ad veren, insanlara yardım eden, ak sakallı yaşlı insan motifleri görmek mümkündür. Ancak, Türk mitolojisinde, ağaçtan doğma motifi görülmez. Kahramanlar ağaç yoluyla cennetten gelirler.

Türk kültüründe, kutsal ağacın küçük bir dalını bile kesmeye kimse cesaret edemez. Azerilerin inanışlarına göre, dedebaba ruhları gününde, ne olursa olsun kesilemezdi. Türbe ve mezarların başında olan ağaçlar da kutsal sayıldığından, kesinlikle yakılmazlardı. Geleneksel görüşlere göre ağaç kesmek, genellikle günah sayılmış ve sadece mecbur kalındığında bu yola başvurulmuştur.

Anadolu Alevileri ise ağaçları ziyaret etmektedirler. Kızılbaşlar, görkemli ağaç karşısında baş eğip, yılda bir kez orada tören yaparak kurban keserlerdi. Ağaca tapınmanın bir başka ifadesi de evin temeli etıldığında ağaca kurban kesme geleneğiydi. İnanışa göre, ağır olduğu düşünerek, meyveli ağacın altına yatmazlar, tanrısal özellikler taşıyan Ulu Ağaç’ın dibinde oturmazlardı. Meyve getiren ağacın kesilmesi, günah sayılırdı. Bir ağaç kesildiği takdirde, ağaç sahibinin insana zarar vereceği düşünülürdü.

M.Kaşgari, “Bay Yığaç”ı, bir yer adı olarak kayda almıştır. Kazakistan’daki birçok doğal obje ve yere “Aulie Akaş” (Evliya Ağaç,Kutsal Ağaç) gibi adlar verilmiştir. Bütün bunlar, ağacın Türk uygarlıklarındaki yerine işaret etmekte, onun kutsallık yönünü bildirmektedir.

Aşık Paşaoğlu tarihinde, “Devletli Kaba Ağaç” ifadesine rastlanılır. “Kaba Ağaç” anlayışı, bu şekliyle, Dede Korkut kitabında da geçer. “Kaba” sıfatı, ağacın ululuğuna, kutsallığına işaret olarak görülebilir.


-Yaşam ağacı

Yaşam ağacı (tree of life ) kökeni tarih-öncesi denilen devirlere kadar uzanan, başta Asya şamanist gelenekleri olmak üzere, pek çok gelenekte rastlanan bir semboldür.

-Türk geleneğinde yaşam ağacı

Yakut ve Altay Türkleri’nde yaşam ağacına Dünya Ağacı da denir. Eski Türk geleneğine göre, bu, Dünya’yı ortasından (göbeğinden) öte-âleme ve Demir-Kazık Yıldızı’na bağlayan, dalları vasıtasıyla şamanlara yeryüzünden yüksek âlemlere yolculuk yapma olanağı sağlayan bir ağaçtır. Buna Demir Ağaç da denir.

Şamanist geleneğe göre, Dünya, “Göğün göbeği” ile bu ağaç sayesinde irtibat halinde olup, bu ağaç ile beslenir. Anne rahmindeki bir bebek için göbek kordonu nasıl yaşamsal bir öneme sahip bulunuyorsa yeryüzü için de bu irtibat kanalı aynı derecede öneme sahip bulunmaktadır. Dolayısıyla Türk Şamanizm’inde Dogon tradisyonunda da görüldüğü gibi, bu irtibatı ifade etmede “göbek” sözcüğü tercih edilmiştir. Gerek Dogon gerekse eski Türk geleneğine göre, göğün göbeği bir yıldızdır. (Gök sözcüğünün şamanizmde üç anlam içerecek şekilde kullanıldığı görülmektedir. Örneğin Altay şamanı Tanrı Ülgen’e seslenirken aynı cümlede bir ayrım yaparak “ulaşılmaz mavi gök”, “erişilmez ak gök” ve “dönen yıldızlı gök” der ki, bu üç ayrı terimin gökyüzünü, spiritüel göğü ve uzayı ifade etmek üzere kullanıldığı ileri sürülür.)

Ural-Altay kültürlerinde gök katları, yaşam ağacı, kayın ağacından yapılma bir direk üzerine ya da bir kayın ağacının üzerine kertikler açılarak temsil edilir. Orta Asya’da kutsal kayın ağacına açılan bu kertiklerin sayısı 7,9 veya 12 olur. Sibirya’da yaşam ağacını ve yerin eksenini aynı zamanda, şamanın transa geçtiği çadırının ortasındaki kayından yapılmış direk temsil eder. Kayın ağacına verilen önem, Türkler’in akrabalık bağlarını gösteren isimlerde de “kayın” sözcüğünü kullanılmasıyla görülür (kaynata vs.).

Altay şamanının uçuş denilen trans deneyiminde son gök katına varabilmesi yedi, dokuz veya oniki katla ilişkilendirilen bu yaşam ağacına tırmanmasıyla ifade edilir. Bu ağacın sekiz dallı olarak belirtildiği Yakut geleneğinde Yerin Göbeği’nden çıkan, çiçek açan bu ağacın tepe kısmının köpüklü, sarı, insanlara şifa verici bir sıvı içinde olduğu ifade edilir. Sibirya Şamanizm’inde yaşam ağacı 7’nin yanı sıra 8 ve 12 sayılarıyla da ilişkilendirilir.

Abakan ve Moğol geleneğinde de görülebileceği gibi, Asya şamanist geleneklerinin birçoğunda yaşam ağacı “Dünya Dağı” kavramıyla ilişkilendirilir; ağaç dağın ya ortasında ya da tepesinde bulunur. Yine, Asya şamanist geleneklerinin birçoğunda, özellikle Orta-Asya, Sibirya, Moğol ve Endonezya mitolojilerinde, bedensiz varlıklar, yani bedenlerini ölüm olayı ile terk etmiş ruhlar ve tekrar doğmaya hazırlanan ruhlar, genellikle yaşam ağacının dallarına tünemiş, bekleşen küçük kuşlar olarak tasvir edilirler. Örneğin, Altaylılar “Yeryüzünde tekrar doğmayı bekleyen insan ruhları göklerdeki, göksel ağacın dallarındaki küçük kuşlar gibidir” derler. Turukhansk Yakutlar’ı geleneğine göre, Yaratıcı ya da ışığın yaratıcısı olan Yüce Varlık, ilk şamanı yarattığı zaman gökteki makamından sekiz dallı bir ağaç dikmiştir ki, dallarındaki kuşlar O’nun çocukları olan ruhları temsil ederler.

-Hint geleneğinde yaşam ağacı

Ruhların yaşam ağacı dallarına konmuş kuşlarla simgelenişi Hint metinlerinde de mevcuttur. Örneğin, ruhların bedenden bedene göçen göçmen kuşlara benzetildiği Upanişadlar’da bulunan bir sembolizmde yaşam ağacına tünemiş iki kuştan biri meyveyi yerken, öbürü bakar ki, bu iki kuştan (Atma ve Jivatma) meyveyi yiyen “reenkarne olmuş, aktif haldeki ruh”u, öteki kuş ise bedensiz ruhu simgeler. Hint geleneğindeki bir başka yaşam ağacı, yayıktaymış gibi çalkalanan süt denizinde bulunan Boddhi ağacıdır. Bir Angkor yazıtına göre, Boddhi ağacının kökleri Brahma, gövdesi Siva, dalları Vişnu’dur. (Kimi versiyonlarda ise ağaç Siva’dır, Brahma ve Vişnu dallarıdır. )

-Diğer geleneklerde yaşam ağacı

    -Çin geleneklerindeki yaşam ağacı (Kiyen Mu) dokuz dallı, dokuz köklü, dokuz göğe ve dokuz kaynağa dokunan bir ağaç olup, ölülerin bulunduğu öte-âlemi de içerir. Çin geleneğinde ayrıca, meyvesi ölümsüzlük sağlayıcı şeftali olan si-wangu-mu ağacı bulunur.
    -Kafkas geleneklerinde, tepesi göğe değen bu ağacın kökünden bir pınar fışkırır.
    -İsmailî gelenekte yedinci göğü aşan bir ağaçtır.
    -Yaşam ağacı sembolü Urartu, Hurri ve Frig eserlerinde de görülür. Frigya eserlerinde yaşam ağacı sekiz dallıdır.
    -Eski Mısır geleneğinde de yaşam ağacı Şamanizm ve Hint tradisyonlarındaki gibi ruhların kuş biçiminde tünedikleri bir ağaçtır. Gök ilaheleri Hathor ve Nut bu kuşları su ve meyve ile besler.
    -Tevrat’ta, Aden’le ilgili sembolizme konu olan iki tür ağaç vardır; biri dört kollu ırmağın aktığı Aden cennetinin ortasındaki yaşam ağacı, diğeri ise hakikat ağacıdır. (Hakikat ağacı kişinin meyvesini yediği gün öleceği “iyi ile kötüyü bilme ağacı” olarak belirtilir.)
    -İbrani geleneğine göre yaşam ağacı, meyvesi ölümsüzlük sağlayan öyle bir ağaçtır ki, kendisinden semavi tesirin tüm alemlerle temasını sağlayıcı bir çiy çıkar.
    -Hıristiyan gelenekte yaşam ağacı sembolizmi İncil’in vahiy denilen, Yuhanna’nın Vahyi kısmında görülür. Yuhanna’nın bu vizyonunda yaşam ağacı,12 defa meyve veren, yaprakları ulusların şifa bulmasını sağlayıcı bir ağaç olarak belirtilir ( Vahiy, 22/2). Ayrıca İsa Mesih'in çarmıhı alegorik olarak yaşam ağacını simgeler.
    -İslamî gelenekte, kökleri Göğün yedinci ve son katındaki Sidre’den çıkan Tuba (huzur, mutluluk) ağacı simgesine rastlanır.
    -Zerdüştçülük’te bir denizin derin sularından çıkan, ölümsüzlük sağlayıcı gaokerena ağacı.
    -Eski İran geleneğinde Haoma olarak bilinen ölümsüzlük besininin edinildiği yaşam ağacı.
    -Yaşam ağacı simgesine rastlanan diğer geleneklerden bazıları olarak, Lapon, İzlanda, İskandinavya, Finlandiya, Avustralya gelenekleri sayılabilir.


-Yaşam ağacı sembolizminin ezoterizmdeki açıklaması

Yer, Yeraltı (öte-âlem) ve “spiritüel Gök”ten oluşan üç ortamı birbirine bağlayan ekseni temsil eden yaşam ağacı ezoterik bilgilere göre alemler-arası irtibatı simgeler; yani, yeryüzü, öte-alem denilen süptil (esîrî) plan (spatyum) ve semavi alem (tezahür etmemiş alem) arasındaki irtibatı, her bakımdan simgeler. Fiziksel alem olan yeryüzünün semavi alem tarafından yönetilmesi ve prensipten tezahüre doğru yoğunlaşma olgusu, kökleri semavi alemden çıkan ters ağaç sembolüyle belirtilmiştir. Bu yüzden birçok gelenekte yaşam ağacı kökleri yukarıda, dal ve yaprakları aşağıda olarak tasvir edilmiştir. Yaşam ağacının ters yapılışına İbranî gelenekte (Zohar’da), Türk ve İslam geleneklerinde (Tuba ağacı), Upanişadlar’da, Sabiîlik, Lapon, İzlanda, İskandinavya, Finlandiya, Avustralya ve Hint geleneklerinde rastlanır. Dante’nin İlahi Komedya eserinde değindiği cennetteki ağaç da terstir. Upanişadlar’da (Brahma’nın tezahürü olan Aswattha ağacı), Vedalar’da ve Bhagavat-gita’daki ters yaşam ağaçları daha ziyade prensipten tezahüre doğru yoğunlaşmayı simgeler.

Ayrıca kimi geleneklerde, ikincil semboller olarak, yaşam ağacının dallarında kuşlar bulunduğu ve ağacın ölümsüzlük sağlayıcı meyvesi ya da sıvısı olduğu belirtilir ki, burada kuşlar doğacak ruhları, ölümsüzlük kazanma ise ruhsal gelişimin hedefi olan, doğum-ölüm çemberinden kurtuluşu simgeler.

Derleme

.

20 Aralık 2012 Perşembe

Toprak Ana


Biz, Dünya halkları ve ulusları:

Hepimiz, ortak bir kadere sahip birbiriyle ilişkili ve birbirine bağımlı varlıklardan oluşan, parçalanamaz ve canlı bir topluluğun, Toprak Ana’nın parçası olduğumuzu biliyoruz;

Toprak Ana’nın yaşamın, gıdanın ve öğrenmenin kaynağı olduğunu ve iyi yaşamamız için ihtiyaç duyduğumuz herşeyi sağladığını minnetle kabul ediyoruz;

Kapitalist sistemin ve her çeşit yağma, sömürü, istismar ve kirlenmenin, bugün bildiğimiz yaşamı iklim değişikliği gibi olaylarla riske atarak, Toprak Ana’ya büyük yıkım, bozulma ve parçalanma getirdiğinin farkındayız;

Birbirine bağımlı varlıkların oluşturduğu bir topluluk içerisinde, yani Toprak Ana’da, bir dengesizliğe yol açmadan sadece insanların haklarını tanımanın mümkün olmadığına ikna olduk;

İnsan haklarını garanti altına almak için Toprak Ana ve tüm varlıkların haklarını tanımak ve savunmak gerektiğini ve bunu yapan kültürlerin, uygulamaların ve yasaların var olduğunu söylüyoruz;

İklim değişikliğine ve Toprak Ana üzerinde tehditlere neden olan yapıların ve sistemlerin dönüşümü için belirleyici, kolektif eylemlerde bulunmanın aciliyetinin bilincindeyiz;

Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi’ni kamuya ilan ediyor ve Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilmesi için çağrıda bulunuyoruz. Bu, tüm dünya halkları ve ulusları için ortak bir başarı standardı olmalı. Her birey ve kurum öğretim, eğitim ve bilinçlendirmeyle bu standartları destekleme sorumluluğu almalı. Bu Beyanname’de tanımlanmış haklara saygı göstermeli ve gecikmeden ulusal ve uluslararası yenilikçi önlem ve mekanizmalarla dünyadaki tüm halklar ve devletler arasında evrensel olarak etkili bir şekilde tanınması ve yerine getirilmesi garanti altına alınmalı.


-Toprak Ana:

1) Toprak Ana canlı bir varlıktır.

2) Toprak Ana, tüm varlıkları besleyen, kapsayan ve meydana getiren birbiriyle ilişkili varlıkların eşsiz, parçalanamaz, kendi kendini düzenleyen bir topluluğudur.

3) Her varlık, Toprak Ana’nın ayrılmaz bir parçası olarak ilişkileriyle tanımlanır.

4) Toprak Ana’nın doğal hakları, varoluş ile aynı kaynaktan geldiğinden dolayı elinden alınamaz.

5) Toprak Ana ve tüm varlıklar, türler, organik ve inorganik varlıklar arasında yapılan, insanlar için kullanılan her türlü ayrım olmadan bu Beyanname’de tanımlanmış tüm doğal haklara sahiptir.

6) İnsanların insan haklarına sahip olduğu gibi, tüm diğer varlıklar da kendilerine özel, varoldukları topluluklar içerisindeki rol ve işlevlerine uygun haklara sahiptir.

7) Her varlığın hakları diğer varlıkların haklarıyla sınırlıdır. Haklar arasındaki herhangi bir çatışma Toprak Ana’nın bütünlüğünü, dengesini ve sağlığını sürdürecek şekilde çözülmek zorundadır.

-Toprak Ana’nın Doğal Hakları:

1) Toprak Ana ve meydana getirdiği tüm varlıklar aşağıdaki doğal haklara sahiptir:
(a) Yaşama ve var olma hakkı;
(b) Saygı duyulma hakkı;
(c) Yaşamsal döngülerini ve süreçlerini insan tarafından bozulmadan devam ettirme ve biyolojik kapasitesini yeniden oluşturma hakkı;
(d) Kendi kimliğini ve bütünlüğünü ayrı, özlük ve birbiriyle ilişkili varlıklar olarak sürdürme hakkı;
(e) Yaşam kaynağı olarak su hakkı;
(f) Temiz hava hakkı;
(g) Bütünsel sağlık hakkı;
(h) Kirlenmeden, zehirli ve radyoaktif atıklardan muaf olma hakkı;
(i) Bütünlüğünü yahut yaşamsal ve sağlıklı işleyişini tehdit edecek şekilde genetik yapısındaki bozulma ve değişikliklerden muaf olma hakkı;
(j) Bu Beyanname’de kabul edilmiş hakların insan faaliyetleri nedeniyle ihlal edilmesi durumunda bunların gecikmeden ve tam olarak iyileştirilmesi hakkı;

2) Her varlık, Toprak Ana’nın uyumlu işleyişi için kendi rolünü yerine getirme hakkına sahiptir.

3) Her varlık, insanların işkence yahut kötü muamelesinden muaf olma ve belli bir refaha sahip olma hakkına sahiptir.

-İnsanların Toprak Ana’ya olan Yükümlülükleri:

1) Her insan Toprak Ana’ya saygı göstermek ve onunla uyum içerisinde yaşamaktan sorumludur.

2) İnsanlar, tüm devletler, tüm kamu ve özel kurumlar aşağıdakileri yapmak zorundadır:
(a) Bu Beyanname’de tanımlanmış haklar ve yükümlülüklere uygun olarak hareket etmek;
(b) Bu Beyanname’de tanımlanmış haklar ve yükümlülüklerin tam olarak yerine getirilmesi ve uygulanmasını kabul ve teşvik etmek;
(c) Bu Beyanname’ye uygun olarak Toprak Ana ile uyum içerisinde nasıl yaşanacağı konusunda öğrenme, analiz, yorumlama ve iletişimde yer almak ve teşvik etmek;
(d) Günümüzde ve gelecekte, insanın refahına yönelik faaliyetlerin Toprak Ana’nın refahına katkıda bulunmasını garanti etmek;
(e) Toprak Ana’nın haklarının savunulması, korunması ve muhafaza edilmesi için etkili standartlar ve yasalar belirlemek ve uygulamak;
(f) Toprak Ana’nın yaşamsal ekolojik döngülerine, süreçlerine ve dengelerine saygı göstermek, korumak, muhafaza etmek ve gerekli olduğu yerlerde bütünlüğünü iyileştirmek;
(g) Bu Beyanname’de tanımlanmış doğal hakların insanlar tarafından ihlal edilmesiyle oluşan hasarların düzeltilmesini ve sorumluların Toprak Ana’nın bütünlüğünü ve sağlığını yeniden sağlamaktan sorumlu tutulmasını garanti etmek;
(h) Toprak Ana’nın ve tüm varlıkların haklarını savunmak için insanlara ve kurumlara yetki vermek;
(i) Türlerin neslinin tükenmesine, ekosistemlerin yok olmasına yahut ekolojik döngülerin bozulmasına neden olan insan faaliyetlerini önlemek için ihtiyatlı ve kısıtlayıcı önlemler tesis etmek;
(j) Barışı sağlamak ve nükleer, kimyasal ve biyolojik silahları ortadan kaldırmak;
(k) İnsanların kendi kültürlerine, geleneklerine ve adetlerine uygun olarak Toprak Ana ve tüm varlıklara saygı gösterdikleri pratikleri teşvik etmek ve desteklemek;
(l) Toprak Ana ile uyum içerisinde olan ve bu Beyanname’de tanımlanmış haklara uygun ekonomik sistemleri teşvik etmek;

Tanımlar:

1) “Varlık” tanımı ekosistemleri, doğal toplulukları, türleri ve Toprak Ana’nın bir parçası olarak varolan tüm diğer doğal varoluşları kapsar.

2) Bu Beyanname’deki hiçbir şey tüm varlıkların yahut belirtilen varlıkların diğer doğal haklarının tanınmasını kısıtlamaz.

İngilizce aslından çeviren: Serhat "Elfun" Demirkol Doğa Derneği

.

Sanayi Toplumunda İnsan Davranışının Kontrolü


"Unabomber Manifesto"dan alıntı / manifestonun tamamı için yazı altında link verilmiştir.

Kimdir :

""Theodore John Kaczynski veya kısaca "Ted Kaczynski" (Unabomber) (d. 22 Mayıs 1942, Chicago, Illinois), ABD'li Matematikçi, anarşist teorisyen ve eylemci.

Harvard Üniversitesinden mezun olduktan sonra Michigan Üniversitesinde matematik alanında doktora yapmış, Berkeley Üniversitesinin o döneme değin en genç öğretim üyesi olarak görev almıştır.

Teknoloji Karşıtı Eylemleri

Kaczynski Berkeley üniversitesindeki yardımcı profesörlük görevinden istifa ettikten sonra Montana'ya yerleşerek ormanın içinde bir kulübede yaşamaya başlamış, yaşamını tamamen kendi kendine sürdürmenin yollarını aramıştır.

Ancak endüstriyel gelişmenin yaşam alanını gittikçe daha çok daralttığına ve çevresindeki doğanın sürekli olarak tahrip edildiğine şahit olması, kendisini önce ufak tefek sabotaj eylemlerine, daha sonra ise kararlı ve planlı bombalamalar yapmaya itmiştir. Bir American Airlines uçağına yerleştirdiği patlamayan bombayla işlediği suçlar "federal suç" kapsamına girmiş ve FBI'ın hakkında dosya açmasına neden olmuştur. UNABOMBER adı, Üniversite ve Havayolları Bombacısının kısaltmasıdır.

1995 yılında yazdığı uzun bir manifestoyu tehdit ve yayınlandığı takdirde bombalama eylemlerini bırakma vaadiyle Washington Post ve NewYork Times gazetelerinde yayınlatmayı başarmıştır. Türkiye'de Kaos Yayınları tarafından Türkçeleştirilerek kitap halinde yayınlanan manifesto sanayi devriminin insanlığın başına gelen en büyük felaket olduğu iddiasıyla başlayarak Amerikan sosyal demokratlarından endüstriyel güçlere değin bir çok kesime derin eleştiriler girmekte ve bireysel, bağımsız ve kararlı bir tepkiyi öğütlemektedir.

Manifesto, tek yazarının Kaczynski olmasına karşın birinci çoğul şahıs zamiriyle ve "biz Freedom Club üyeleri" şeklinde ifadelerle kaleme alınmıştır.

Yayınlanmış Çalışmları:
-Sanayi Toplumu ve Geleceği
-Ahmaklar Gemisi
-Road to Revolution
-Technological Slavery


-İnsan Davranışının Kontrolü;

143. Uygarlığın başından beri, örgütlü toplumlar, sosyal organizmanın işlemesi için in­sanlara baskı uygulamak zorunda kalmışlardır. Baskı çeşitleri toplumdan topluma büyük değişiklik gösterir. Baskıların bazıları fizikseldir (kötü beslenme, fazla çalışma, çevre kir­liliği), bazıları psikolojiktir (gürültü, kalabalık, insan davranışlarını toplumun ihtiyaç duyduğu biçime girmeye zorlamak). Geçmişte, insan doğası hemen hemen sabitti, ya da belli sınırlar içerisinde değişiklik göstermişti. Sonuç olarak, toplumlar insanları sadece belli sınırlara kadar zorlayabildiler. İnsanın tahammül sınırı aşıldığında, işler kötüye gitmeye başladı: İsyan veya suç veya yozlaşma veya işten kaçma veya depresyon ve diğer zihinsel problemler veya artan bir ölüm oranı veya doğum oranının düşmesi veya başka bir şey; öyle ki ya toplum parçalandı ya da işleyişi etkisiz hale geldi ve başka bir etkili toplum çeşidi yerine geldi (çabuk ya da yavaş; fetih, yıpratma ya da evrim yoluyla).

144. Bu nedenle insan doğası, geçmişte toplumların gelişmesine belli sınırlar koymuştur. İnsanlar ancak belli bir noktaya kadar zorlanabilirdi. Ama bugün bu durum değişiyor olabilir, çünkü modern teknoloji insanları değiştirebilmenin yollarını geliştiriyor.

145. İnsanları korkunç derecede mutsuz edecek koşullara maruz bırakan, sonra da bu mutsuzluklarını gidermek için onlara uyuşturucu veren bir toplum düşünün. Bu bir bi­limkurgu mu? Mevcut toplumumuz içinde bu belli bir dereceye kadar zaten yapılmaktadır. Klinik depresyon vakalarının son 10-20 yılda büyük hızla arttığı bilinen bir gerçektir. 59. ve 76. paragraflarda açıklandığı gibi bu durumun, güç sürecinin bozulması yüzünden olduğuna inanıyoruz. Yanılıyor olsak bile artan depresyon oranı kesinlikle bugün toplumumuzda var olan BAZI koşulların sonucudur. İnsanları depresyona iten koşulları kaldırmak yerine, modern toplum onlara anti-depresan (uyuşturucu) ilaçlar vermektedir. Aslında, anti-depresanlar, bireyin iç dünyasını; normalde tahammül etmeye­ceği sosyal koşulları kabullenmesini sağlayacak biçimde değiştiren araçlardır. (Evet, dep­resyonun çoğunlukla genetik bir sebepten kaynaklandığını biliyoruz. Burada çevrenin baskın rol oynadığı vakaları kastediyoruz.)

146. Aklı etkileyen (uyuşturucu) ilaçlar modern toplumun insan davranışını kontrol etmek için geliştirdiği yeni yöntemlerden sadece bir tanesidir. Diğer bazı yöntemlere göz atalım.

147. En başından, gözetim teknikleri bulunur. Pek çok mağazada ve başka bir çok yerde gizli kameralar kullanılmaktadır, bilgisayarlar bireyler hakkında çok miktarda bilgi topla­makta ve bunları işleme tabi tutmakta kullanılmaktadır. Bu kadar fazla bilgi fiziksel bas­kının etkisini arttırır. (Örn. Yasal zorlama)(26) Ayrıca kitle iletişiminde medyanın etkili araçlar sağladığı propaganda metotları vardır. Seçimleri kazanmak, ürünleri satmak ve halkın düşüncelerini etkilemek için etkili teknikler geliştirilmiştir. Eğlence endüstrisi sis­temin önemli bir psikolojik aracı olarak hizmet verir, hatta fazla seks ve şiddeti cezalandı­rırken bile. Eğlence modern insana önemli bir kaçış aracı sağlar. İnsan, televizyona, vide­oya vs. gömülmüşken; stresi, endişeyi, hayal kırıklığını, tatminsizlik duygusunu unutabilir. Pek çok ilkel kişi, çalışmak zorunda olmadığında, hiçbir şey yapmadan saatlerce otur­maktan oldukça memnun kalır, çünkü kendisi ve dünyası ile barışıktır. Ama çoğu modern insan sürekli olarak meşgul kalmalı ya da eğlenmelidir, yoksa “sıkılır”. Örneğin, huzursuz ve asabi olur.

148. Diğer metotlar üsttekilerden daha etkilidir. Eğitim artık bir çocuğa derslerini bileme­diği zaman tokat atmak ve de bildiği zaman başını okşamaktan oluşan basit bir olay de­ğildir. Çocuğun gelişimini kontrol eden bilimsel bir teknik haline gelmektedir. Örneğin, Slyvan Öğrenme Merkezleri çocukları çalışmaya teşvik etmekte büyük başarı göstermiştir, pek çok sıradan okulda da psikoloji teknikleri az çok başarı ile uy­gulanmaktadır. Ebeveynlere öğretilen “ebeveynleşme” teknikleri; çocukların sistemin temel değerlerini kabul etmesini ve sistemin arzu ettiği şekilde davranmasını sağlamayı amaçlar. “Akıl sağlığı” programları, “müdahale” teknikleri, psikoterapi vs. görünüşte bi­reylerin çıkarı için düzenlenmiştir, ama gerçekte bireylerin sistemin ihtiyaç duyduğu gibi düşünmesi ve hareket etmesini sağlayan metotlardır. (Burada bir çelişki yoktur; tutumu ve davranışlarıyla sistemle çelişkiye düşen bir birey kendisine oranla yenmesi ya da kaç­ması çok zor olan bir güç ile karşı karşıyadır, bu sebeple stres, hayal kırıklığı ve yenilgi duygularına kapılmaya eğilimlidir. Sistemin istediği gibi düşünmek ve davranmak onun için çok kolay olur. Bu anlamda sistem bireyin beynini yıkayıp onu uygun biri yapmakla bireyin menfaati doğrultusunda hareket etmektedir.) Açık ve yoğun şekillerde çocuğun taciz edilmesi, hiçbir kültürde onaylanmaz. Bir çocuğa saçma bir sebepten ya da sebepsiz yere zarar vermek herkesi dehşete düşürecek bir şeydir. Ama bir çok psikolog taciz kavra­mını daha geniş anlamda yorumlamaktadır. Mantıklı ve uygun bir disiplin sistemi içinde tokatlamanın sonuçta bireyin toplumda var olan sisteme ayak uydurmasını sağlayıp sağlamadığına bağlıdır. Gerçekte “taciz” sözcüğü sisteme göre uygunsuz davranışlar doğrudan herhangi bir çocuk yetiştirme metodunu kapsayacak şekilde yorumlanmaya yatkın bir sözcüktür. Bu nedenle “çocukların taciz edilmesini” engellemek için yapılan programlar göze batan, anlamsız şiddeti önledikten sonra sistem adına insan davranışını kontrol etmeye yönelirler.

149. İnsan davranışını kontrol edecek psikolojik tekniklerin etkinliğini arttırmak için ya­pılan araştırmalar muhtemelen devam edecektir. Ama insanları teknolojinin yarattığı türden bir topluma uydurmak için sadece psikolojik tekniklerin yeterli olmayacağını düşü­nüyoruz. Muhtemelen biyolojik metotlar da kullanılmak zorunda kalınılacaktır. Bu bağlamda (uyuşturucu) ilaçların kullanımından zaten bahsetmiştik. Nöroloji, insan aklını değiştirecek başka yollar bulabilir. İnsan genetik mühendisliği, zaten “gen terapisi” şek­linde oluşmaya başladı ve bu metotların sonunda, vücutta aklın çalışmasını etkileyen kı­sımları değiştirmek için kullanılacağını düşünmemek için bir sebep yok.

150. 134. paragrafta değindiğimiz gibi endüstriyel sistemin, kısmen insan davranışındaki problemler, kısmen de ekonomik ve çevre problemleri yüzünden yoğun bir sıkıntı döne­mine girdiği görülmektedir, sistemin ekonomik ve çevre sorunlarının önemli bir bö­lümünün sebebi insanların davranış şeklidir. Yabancılaşma, kendine güvensizlik, depresyon, düşmanlık, ayaklanma, çalışmayan çocuklar, gençlik çeteleri, yasa dışı ilaç kulla­nımı, tecavüz, çocukların taciz edilmesi, diğer suçlar, güvensiz seks, genç yaşta hami­lelik, nüfus artışı, politik yozlaşma, ırk düşmanlığı, etnik çatışma, ideolojik mücadele, po­litik aşırılık, terörizm, sabotaj, hükümet dışı gruplar, nefret grupları. Tüm bunlar sistemi tehdit eder. Bu nedenle sistem insan davranışlarını kontrol etmek için her türlü pratik metodu kullanmak ZORUNDA kalacaktır.

151. Bugün tanık olduğumuz sosyal bozulma kesinlikle sadece bir şans eseri değildir. Yalnızca sistemin insanlara zorla uyguladığı koşullar yüzünden olabilir. (Bu koşulların en önemlisinin güç sürecinin bozulması olduğunu tartışmıştık.) Eğer sistem kendisini ayakta tutmak için insan davranışı üzerinde yeterli kontrol uygulamayı başarırsa, insanlık tari­hinde yeni bir dönüm noktasına gelinecektir. Önceden insanın tahammül sınırının top­lumların gelişmesini kısıtlaması gibi (bunu 143-144. paragraflarda da açıklamıştık) en­düstriyel-teknolojik toplum da ya psikolojik ya biyolojik ya da her iki metot sayesinde insa­noğlunu değiştirerek bu kısıtlama gücüne sahip olacaktır. Gelecekte toplumsal sis­temler, insanların ihtiyaçlarına göre düzenlenmeyecektir. Bunun yerine, insanlar sistemin ihtiyaçlarına uydurulacaktır.(27)

152. Genel olarak, insan davranışı üzerindeki teknolojik kontrol, büyük ihtimalle totaliter bir maksat ya da insan özgürlüğünü kısıtlayacak bilinçli bir istek(28) içermeyecektir. İnsan aklını kontrol altına alacak her yeni adın toplumun karşı karşıya olduğu bir probleme mantıklı bir çözüm olarak ele alınacaktır; alkolizmi tedavi etmek, suç oranını düşürmek ya da genç insanları bilim ve mühendislik öğrenmeye teşvik etmek gibi. Bir çok durumda insancıl bir gerekçe de olacaktır. Örneğin, bir psikiyatrist depresyondaki bir hastasına bir anti-depresyon reçetesi yazarsa, ona bir iyilik etmiş olur. İhtiyacı olan birine ilaç vermemek insanlık dışıdır. Aileler çocuklarını derslerinde azimli olmaya yönelsinler diye Slyvan Öğrenme Merkezlerine gönderirken, bunu çocukların iyiliğini düşündüğünden yapar. Bazı aileler iş sahibi olmak için uzmanlık eğitimi gerekmemesini ve çocuklarının bir bilgisayar uzmanı olmak üzere beyninin yıkanmamasını diliyor olabilir. Ama ne yapabilirler? Toplumu değiştiremezler ve eğer çocukları belli bazı özel­liklere sahip olmazsa ileride işsiz kalabilir. Böylece onu Slyvan’a gönderirler.

153. Bu nedenle insan davranışı üzerinde kontrol, otoritenin kararı ile değil, sosyal evrim süreci ile başlayacaktır. (Ancak, bu oldukça HIZLI bir evrim olacaktır.) Bu, karşısında direnilemeyecek bir süreç olacaktır, çünkü her aşama, tek başına ele alındığında yararlı görülecektir, ya da en azından ilerlemenin oluşmasında yer alan kötülük yararlı görüne­cektir, ya da en azından ilerlemenin yapılmadığı bir durumda doğacak sonuçtan daha az zararlı görünecektir (bkz. Paragraf 127). Örneğin propaganda, çocuklara yönelik taciz ya da ırk düşmanlığını azaltmak gibi bir çok iyi amaç için kullanılmaktadır(14). Cinsel eğitim elbette çok yararlıdır, ne var ki, cinsel eğitimin etkisi (başarılı olduğu ölçüye kadar) cinsel davranışların biçimlenişini aileden alıp okul sistemi tarafından temsil edilen devletin eline bırakacaktır.

154. Bir çocuğun büyüyünce suçlu olma olasılığını attıran bir biyolojik özelliğin keşfedildi­ğini ve bir gen terapisinin de bu özelliği yok edebileceğini farz edin.(29) Elbette ki çocukları bu özelliğe sahip pek çok aile onlara bu terapiyi uygulatacaktır. Aksine dav­ranmak insanlık dışı olur, çünkü eğer çocuk büyüdüğünde bir suçlu olacaksa büyük olası­lıkla kötü bir yaşamı olacaktır. Ama çoğu ilkel toplumda, çocuk yetiştirme de yüksek teknolojik metotları yahut sert cezalandırma sistemleri olmamasına rağmen, bizim toplu­mumuza oranla düşük bir suç oranı vardır. Modern insanın, ilkel insandan doğuştan daha yırtıcı olduğunu düşünmemiz için bir sebep olmadığına göre toplumumuzdaki yüksek suç oranının nedeni, pek çok kişinin adapte olamadığı ya da olmayacağı modern koşulların insanlar üzerinde yaptığı baskı olmalıdır. Bu yüzden potansiyel suç eğilimlerini yok etmek için yapılan bir tedavi, bir bakıma insanların sisteme uyum sağlamları için yeniden oluştu­rulması demektir.

155. Toplumumuz sisteme uygun olmayan herhangi bir düşünce ya da davranış biçimine “hastalık” olarak bakma eğilimindedir ve bu akla yakın bir tutumdur, çünkü bir birey sis­teme uyum sağlayamazsa bu durum sisteme olduğu kadar bireye de sorun çıkarır. Bu nedenle bir bireyin sisteme uyumunu sağlamak bir “hastalığa çare” bulmak gibi görülür.

156. 127. paragrafta belirttiğimiz gibi teknolojik bir buluşun kullanımı BAŞLANGIÇTA isteğe bağlı olsa da, bu mutlaka isteğe bağlı KALACAK demek değildir, çünkü yeni tekno­loji, toplumu öyle değiştirir ki birey için o teknolojiyi kullanmadan hareket etmek zor ya da imkansız hale gelir. Bu insan davranışı teknolojisi için de geçerlidir. Çoğu ço­cuğun çalışmaya sevk edilmesi için programlara kayıt edildiği bir dünyada, bir ebeveyn çocuğunu böyle bir programa sokmaya neredeyse zorunludur, çünkü aksi takdirde çocuğu büyüyünce kara cahil ve dolayısıyla işsiz olabilir. Ya da hiçbir yan etkisi olmadan, toplumumuzdaki çoğu insanın muzdarip olduğu psikolojik stresi büyük ölçüde azaltacak bir biyolojik tedavinin bulunduğunu farz edin. Eğer çok sayıda insan bu tedaviyi görmeyi tercih ederse, toplumdaki genel stres seviyesi düşecektir, böylece stres yaratan baskıları çoğaltmak sistem için mümkün olacaktır. Aslında, buna benzer bir şey zaten gerçekleş­miştir; insanların streslerini azaltmalarını (ya da en azından geçici olarak stresten kaçmala­rını) sağlayan, toplumumuzun en önemli psikolojik araçlarından biri sayesinde yani kitle eğlencesi ile (bkz. Paragraf 147). Kitle eğlence aracını kullanmamız “isteğimize bağlıdır”. Hiçbir yasa bizi televizyon izlemeye, radyo dinlemeye, dergi okumaya zorlamaz, yine de kitle eğlencesi, çoğumuzun bağımlı hale geldiği bir kaçış ve stres atma aracıdır. Herkes televizyonun kötülüğünden bahseder, ama yine hemen hemen herkes izlemeye devam eder. Birkaç kişi televizyon alışkanlığına sahip değildir, ama kitle eğlencesinin HİÇBİR şeklini kullanmadan yaşayan biri nadir bulunur. (Aslında insanlık tarihinde kısa zaman öncesine kadar çoğu kişi yerel topluluğun yarattığı eğlencenin dışında bir şeye ih­tiyaç duymadan gayet iyi idare etmiştir.) Eğer eğlence endüstrisi olmasaydı, sistem şu anda bize uyguladığı stres-üreten baskıyı asla uygulayamazdı.

157. Endüstri toplumunun süreceğini düşünürsek, teknolojinin en sonunda insan dav­ranışı üzerinde tam bir kontrole benzer bir şey elde edeceği muhtemeldir. Hiç şüphe yok ki, insanın düşünüşü ve davranışı çoğunlukla biyolojik bir temele dayanır. Deney yapan kişilerce gösterildiği gibi açlık, memnuniyet, kızgınlık ve öfke gibi duygular, beynin uygun kısımlarının elektriksel uyarılması ile açılıp kapanabilirler. Anılar, beynin belli kısımlarının tahrip edilmesi ile yok edilebilir ya da elektriksel uyarma ile öne çıkarılabilirler. İlaçlar ile halüsinasyonlar yaratılabilir ya da ruh halleri değiştirilebilir. Cisimsiz bir insan ruhu olabilir ya da olmayabilir, ama eğer varsa insan davranışının biyolojik mekanizmalarından daha güçsüz olduğu kesindir. Durum böyle olmasaydı, araştırmacılar insan duygu ve davranışını ilaç ve elektrikli akımlar ile bu kadar kolay yönlendiremezdi.

158. Herkesin yetkililerce kontrol edilebilmesi için kafalarına elektrot yerleştirilmesinin herhalde imkanı yoktur. Ama insan düşünce ve duyguların biyolojik müdahaleye böy­lesine açık olduğu gerçeği gösteriyor ki insan davranışını kontrol etme problemi aslında teknik bir problemdir, bir nöron (sinir hücresi), hormon ve kompleks molekül problemi; bilimsel saldırıya açık türden bir problem. Toplumumuzun teknik problemleri çözmedeki başarısına bakarsak, insan davranışını kontrol etmede büyük ilerlemeler yapılacağı pek muhtemeldir.

159. Halkın direnişi, insan davranışı üzerinde teknolojik kontrolün başlamasını önleyebilir mi? Böylesi bir kontrolü birden bire başlatmak için bir atılım yapılırsa, elbette önler. Ama bu teknolojik kontrol uzun bir küçük ilerlemeler dizisi şeklinde olacağından, mantıklı ve etkili bir halk direnişi olmayacaktır. (bkz. 127, 132, 153. paragraflar)

160. Tüm bunların bir bilimkurgu olduğunu düşünenlere, dünün bilimkurgusunun bu­günün gerçeği olduğunu hatırlatırız. Sanayi Devrimi, insanın çevresinde ve yaşam biçi­minde köklü değişikliklere yol açmıştır ve teknolojinin insan aklı ile vücuduna giderek daha çok uygulandığı düşünülürse, insanın kendisin de, çevresi ve yaşam biçimi kadar köklü bir değişikliğe uğraması muhtemeldir.

Manifestonun diğer konu başlıkları ve içerikleri için Bkz : Unabomber Manifesto

.